28 Kasım 2011 Pazartesi

NAMUSLU OLMASAYDINIZ KARDEŞİM.. ÇALIINNN...

Herkes şikayet ediyor..
Bu sistem soygun düzeni üzerine kurulu, soyuluyoruz diye..
Doğru.. Sistem, bireyleri onlara sezdirmeden, bazen de, göz göre göre soymaya programlanmış..
Yani devlet, açık açık hırsızlık, soygunculuk yapıyor.. Kendi vatandaşını soyup soğana çeviriyor.. Peki nasıl soyuluyor vatandaş?..
Örneğin bir soyulma şekli şu: Elektrik Faturaları..
Elektrik uygar dünyanın yaşamsal anlamda ihtiyaç duyduğu çok önemli ve değerli bir enerji kaynağı.. Artık evlerimizde, işyerlerimizde herşey elektrikle çalışıyor.. Yani uygar yaşam, elektrik enerjisi olmadan asla düşünülemiyor.. Ve tabii bu enerji kaynağını kullanmanın da, bir bedeli var. Üstelik çok pahalı bir bedel.. Çünkü elektrik enerjisini temin etmek oldukça pahalı ve zahmetli bir uğraş gerektiriyor..
O nedenle de, her ay dünyanın faturasını ödüyoruz elektriğe.....
Tabii hiç kimse gelen elektrik faturalarını incelemiyor. Yalnızca ödenmesi istenen meblağı ödüyor..

Kazara faturayı inceleyince de, şaşkına dönmemek olanaksız..
Meğer biz "elektrik bedeli" adı altında neler ödüyormuşuz da, farkında değilmişiz.. Örneğin:
-"PSH SAYAÇ OKU.B",
-"KK"BEDELİ",
-"T.R.T.PAYI".. Acaip bir ödeme kalemi daha,
-"İLET.SİS.KUL.BED"!!, (Ne olduğunu bilen var mı?)....
Bunlara benzer bir sürü, ne olduğu belirsiz ödeme kalemi gibi "KK"BEDELİ"nin de, ne olduğunu kimse bilmiyor.. Çünkü kurnazlık yapan Elektrik Şirketi kimse ne ödediğini farkedip de, itiraz etmesin diye bu ödeme kalemini yalnızca, "KK"BEDELİ" olarak belirtmiş..
Elektrik Şirketinden daha uyanık birisi de, merak etmiş ve "KK BEDELİ"nin ne olduğunu araştırmış.. Acı gerçek de, böyle ortaya çıkmış zaten.. O, Çok Güzel! Aptal yerine konduğumuz ve Soyulduğumuzun belgesi olan trajik gerçekse şu:

"KK" yani "KAYIP KAÇAK".. Peki ne demek bu "KAYIP KAÇAK??. Şu demek: Elektrik Hırsızları, Şereften Yoksun, Alçaklar, demek.. Yani, "Kaçak Elektrik Kullananlar" demek..

Tamam; hırsızlık genlerinde olan, kendilerini herkesten akıllı ve uyanık olarak gören bazı onursuzlar bu çok pahalı üretimi çalıyorlar..
-Peki bu durumda Elektrik İdaresi ya da, resmi makamlar ne yapıyor??.. O hırsızların peşine düşüp yaptıklarının hesabını soruyor mu?.
-Hayır.. Sormuyor.. Çalınan elektriğin parasını bu hırsızlardan tahsil etmek için bir çaba sarfediyor mu?.
-Hayır.. Etmiyor.. -Neden?. -Çünkü haklılar!!..
-Neden kendilerini yorup o hırsızlarla uğraşsınlar ki?.. Nasıl olsa diğer yanda da, her ay düzenli ödemesini yapan namuslu insanlar var.. Onların faturasına çaktırmadan bir ödeme kalemi daha ilave edersiniz, böylelikle de, namussuzların çaldıklarının bedelini namuslulardan tahsil etmiş olursunuz....
Ne güzel fikir değil mi??....
Namuslu olmanın da, bir bedeli var bu ülkede gördüğünüz gibi..
Hem de, ağır bir bedel.....
Şikayet etmeyin kardeşim!.. Siz de, çalın, çırpın, gasbedin!.. Madem sistem sizi soyuyor, üstelik salak yerine de, koyuyor, o zaman göze göz, dişe diş..
Siz de, sistemi soyun!!..
Şimdi oldu işte!.. Umarım herkes mutludur.. Zaten soyulmak birşey değil de, asıl asabımızı bozan sersem yerine konmak!..mı, acaba??..

Bu nasıl bir çelişkidir?.. Namuslu, yasalara saygılı bir yurttaş olursun; düzen tarafından soyulursun, kullanılırsın, sömürülürsün.. Ulusal ya da, uluslararası başarılar kazanan bir sporcu ya da, sanatçı olursun, bazı çevreler seni ayağından çekip yerin dibine sokmak, başarını yok saymak hatta karalamak için elinden geleni ardına koymaz.. Yani her başarının mutlaka bir cezası vardır..
Anlaşılan bu ülkede namuslu olmak da, başarılı olmak da, suç kardeşim... Olmaaa!.. İşte bu kadar.. Onca haksızlıktan, adaletsizlikten sonra bireylerin geldiği nokta bu mu, olmalı?..... Görüşürüz.....

27 Kasım 2011 Pazar

ANLAMLI BİR ÖYKÜ... VE BİR "SANATÇI-İNSAN" PORTRESİ..


Yıllar önceydi.. Oğlumun özel eğitim gördüğü okuldaki öğretmeni bir gün şöyle dedi: -"Ben Lösemili Çocuklara faydalı olmak için LÖSEMİLİ ÇOCUKLAR VAKFI, LÖSEV'de gönüllü olarak çalışıyorum.. Onların tedavilerine katkı yapabilmek amacıyla bir gece düzenleniyor. Sizden ricam, bu gecede lösemili çocuklarımızın sergileyeceği bir tiyatro oyunu hazırlamanız"..
Tabii ki, böyle bir istek karşısında boynum kıldan inceydi.. Hemen kolları sıvadım ve ne yapabileceğimi düşündüm.. Ama bir sorun vardı.. Ben hiç reji çalışması yapmamıştım. Herhangi bir metni hiç oyunlaştırmamıştım.. Bu çalışmalar benim yapabileceklerimin, becerilerimin dışındaydı.
Birden ömrünü tiyatroya adamış, güzel yüreği tiyatro için çarpan bir arkadaşım geldi aklıma.. Ondan yardım istemeliydim.. İstedim de.. Koşarak geldi.. Hemen iki fıkrayı oyunlaştırdı ve getirdi.. Artık çocuklarla tanışma zamanı gelmişti..
Sevgili Arkadaşımla birlikte doğruca Ankara / Dışkapıdaki SSK Hastanesine, lösemili çocuklarımızın tedavi gördüğü servise gittik.. Doktorlar, hemşireler ve kimi çocuklarımızın anne ve babaları bizi bekliyordu.. Bekleyenlerin içinde en heyecanlı olanlar da, çocuklardı tabii.. Arkadaşım çocukları çalıştırma, yani oyunu sahneleme görevini zevkle üstlenmişti.. Ben de, ona yardım edecektim.. Doktorlar bizi uyardı.. Onları fazla yormamalıydık, uzun süre çalışamazlardı.. Hastalıkları buna izin vermiyordu.. Zaten oyunlar da, 30'ar dakika olarak düzenlenmişti..
Sanırım en büyüğü 15-16, en küçüğü 9-10 yaşlarında 10-12 çocuk vardı çalışmaya katılan.. Doktorların verdiği ön bilgi lösemili bir çocuğun, yapılan tedavi işe yaramazsa en fazla 15-16 yaşına kadar yaşayabileceği şeklindeydi.. Söylediklerine göre ölümleri de, son derece acılı ve dayanılmaz oluyordu.. Yani biz, o gün hastanede tanıştığımız çocukların birkaçını belki de, bir daha göremeyecektik. Bazılarını o gün son kez görüyor olabilirdik..
Bu durum herkesin kaldırabileceği bir gerçeklik değildi.. Çalışmaya başlamak için, sevgili arkadaşım provalara ayrılan odaya, çocukların yanına girdi veee kısa bir süre sonra da, ağlayarak kendisini dışarı zor attı.. "Ben bir daha oraya giremem" dedi ve gitti.. Yumuşacık, duygulu yüreği bu kabullenilmesi zor ve ağır gerçekliğe daha fazla dayanamamıştı..
Öylece kalakalmıştım.. Yapılması gereken çok özel ve önemli bir görev vardı ve iş başa düşmüştü.. Yani çocukları çalıştırmak, onları sahneye hazırlamak zorunlu olarak bana kalmıştı..
Gülümsemeye gayret ederek içeri girdim ve heyecanla bekleyen çocukların yanına oturdum.. Benimkisi derinliğini bilmediğim bir suya balıklama atlamak gibi bir şeydi.. Yani boynumu da, kırabilirdim o atlayışın sonucunda..
Arkadaşım zaten oyun metinlerini hazırlamıştı.. Ben de, kendi bildiklerimden ve deneyimlerimden yola çıkarak el yordamıyla bir çalışma yapacaktım çaresiz.. Aslında benim de, elim ayağım titriyordu ama belli etmemeye çabalıyordum.. Karşımda, ışıl ışıl parlayan gözlerle bana bakan bu güzel çocukların ölümcül bir hastalığa sahip olduğunu önce ben unutmalıydım ki, onlar da, unutabilsin, kısacık bir zaman diliminde bile olsa.. Onları bir oyunun provasına katılan "amatör sanatçılar" olarak görmeliydim..
Çocuklar çok istekli ve hevesliydi.. Okuma provasına başladık.. Bir yandan da, gözüm yavrularımın üzerindeydi, yormamaya örselememeye çalışıyordum.. Çalışma başlayalı bir saati geçmişti ama hiçbir çocukta yorgunluk, bıkkınlık, rahatsızlık belirtisi yoktu.. Tam tersine, büyük bir hevesle, son derece dinamik ve neşe içinde çalışıyorlardı.. Arasıra doktorlar çocukları gözetlemek için kapıdan şöyle bir bakıyorlar ve ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı..
Yapamayacağım diye çok korkmuştum ama, nasıl becerdim hala bende bilmiyorum, hep birlikte başardık.. Çocukların inanılmaz keyfi ve coşkusu bana da, direnme ve başarma gücü vermişti.. Zaten kısa bir süre kalmıştı yapılacak geceye.. Bir kaç kez daha çalıştıktan sonra artık sahneye çıkmaya hazırlardı..
Doktorlar o kadar çok şaşırdılar ki, çocukların bu direncine ve başarısına; O Gün şöyle Demişlerdi: "Bu çalışmayı yapmakla onlara nasıl bir güç ve yaşama sevinci verdiğinizi bilemezsiniz.. Bunu biz başaramıyoruz"..
Aslında ben birşey yapmamıştım.. Tiyatronun sihirli değneği değmişti onlara..
Kısa süre sonra LÖSEMİLİ ÇOCUKLAR VAKFI, LÖSEV yararına yapılan gece Ankara'daki ünlü otellerden birinde gerçekleşti.. O gece çocuklarımın yanında olamadım ne yazık ki.. Onların sahnedeki başarılarını seyredebilme ayrıcalığını yaşayamadım maalesef.. Ama sevgili arkadaşım onlarla birlikteydi.. Ne kadar başarılı olduklarını, herkesin ne kadar çok beğenisini kazandıklarını ve nasıl mutlu olduklarını anlattı.. işte size tanıtmaya çalıştığım sevgili Arkadaşım yüreği bugün de, hala tiyatroyla çarpan "BİR SANATÇI VE İNSAN" sevgili Adnan ÇELİK, seni de, sevgiyle selamlıyorum ve teşekkür ediyorum..

Aradan bir süre geçmişti..



Bir alışveriş merkezindeydim.. Arkamdan birisi sesleniyordu, "Hocam" diye.. Döndüm baktım.. O müthiş çalışmaya katılan en büyük çocuklardan birisiydi seslenen; yanında da, annesi.. Düşünün, o hala hayattaydı ve ben onu bir kez daha ağzında maskesiyle ama dimdik ayakta görüyordum.. Acılı annesi ise bana minnet dolu gözlerle bakıyordu.. Kimbilir belki de, Sevgili Adnan ÇELİK ve ben kısacık ömürlerinde onların mutlu dakikalar geçirmelerine neden olmuştuk.. Hatta yaşama isteklerini tazelemelerine, güç kazanmalarına ve belki de, amansız hastalıklarına karşı inatla direnmelerine sebep olmuştuk .. Belki tiyatro'nun büyülü etkisi sayesinde ömürleri uzamıştı az da, olsa..
Zaten, ömür dediğiniz nedir ki.. Mutlu geçireceğiniz birkaç dakika değil mi?.. İşte böyle.. Geçmişten çok özel bir anı.. Görüşürüz..

24 Kasım 2011 Perşembe

ANLAMLI BİR ÖYKÜ... "NE MUTLU BANA ÇALMIŞLAR"..


Hani Facebook, Tweeter gibi sosyal sitelerde tweetlerimiz Retweet edildiğinde yani başkaları tarafından da, kullanıldığında, ya da, paylaşımlarımız beğenilip arkadaşlarımız tarafından da, paylaşıldığı zaman seviniyoruz. Beğenilmenin, iltifat görmenin, bir tür ödüllendirilmenin mutluluğunu yaşıyor, keyfini çıkarıyoruz öyle değil mi... İnsan böyle birşey işte.. Beğenilmek vazgeçilmez bir istek, bir gururlanma, övünme vesilesi.. Hele bu insan bir sanatçıysa, beğenilmek onun için neredeyse yaşamsal bir gereklilik.. Örneğin sahne sanatçıları için seyircinin alkışı dünyanın en büyük ödülüdür.. Bir sahne sanatçısı alkışsız yaşayamaz.. Sergilediği gösterinin sonunda alkışlanan sanatçı bütün yorgunluğunu unutur ve dünyanın en mutlu insanı haline gelir.. Biliyorum çünkü bizzat yaşadım..
Peki bu sanatçı bir ressam, bir yazar ya da, bir fotoğraf sanatçısıysa...

İşte, tam burada sizlerle hiç unutmadığım bir anımı paylaşmak istiyorum.. Yıllar önce sahibi olduğumuz Sanat Kültür Merkezimiz (ANKARA)SANATEVİ'nin Sanat Galerisinde ünlü bir fotoğraf sanatçısının "Renkli Fotoğraf" sergisini açmıştım. Sergideki eserlerin arasında harika bir fotoğraf vardı. Ustaca bir teknikle büyütülmüş kibrit fotoğrafı.. Serginin en güzel fotoğraflarından biriydi ve izleyenlerin büyük ilgisini çekiyor, çok beğeniliyordu.. Birgün, Galeride görevli sekreter bembeyaz bir yüzle geldi ve bu fotoğrafın duvardaki yerinde olmadığını söyledi.. Şimşek hızıyla Galeriye koştum. Gerçekten duvar boştu, fotoğrafın yerinde boş bir çivi duruyordu.. Maalesef bu harika fotoğraf, onu korumakla görevli sekreterin sorumsuzluğu ve görevini iyi yapamaması yüzünden çalınmıştı.. Ama asıl sorumlu bendim. Çünkü ben Kültür merkezinin ve Galerinin sahibiydim ve sanatçı benimle anlaşıp bu sergiyi bana emanet etmişti..

Düştüğüm durum hiç iç açıcı değildi.. Hem kendi adıma, hemde kurumum adına çok zor bir duruma düşmüştüm. Bu hırsızlık duyulduğu takdirde insanların SANATEVİ'mize karşı bir güvensizliği oluşacaktı ki, bu da, hiç hoş bir sonuç değildi..
Sorumsuz Sekretere kapının önü gösterildikten sonra, Fotoğraf sanatçısını aradım ve Galeri Kolleksiyonumuz için fotoğrafını satın almak istediğimizi ilettim. Tabii sevgili sanatçım, satmak değil hediye etmek konusunda israr etti ama ben satın almaya daha doğrusu hatamızı bu şekilde telafi etmeye kararlıydım.. Ne dediysem olmadı.. O da, fotoğrafı hediye etmekte direniyordu.. Sonunda, sanatçıma fotoğrafının çalındığını utana sıkıla itiraf etmek zorunda kaldım.. Gördüğüm tepki inanılmazdı.. Sanatçım bu habere çok sevindi, mutlu oldu... Düşünebiliyor musunuz?... Ben bir kınama beklerken, üzülen ve kızan bir insan göreceğimi zannederken, neredeyse bu haberden dolayı teşekkür aldım sanki..
... Ve bana şöyle dedi: "Düşünün birisi benim fotoğrafımı çok beğeniyor, ama satın alacak parası yok.. O kadar çok beğeniyor ki, çalıyor, çünkü fotoğraftan vazgeçemiyor, hırsızlığı göze alıyor.. Bir sanatçı için bundan büyük ödül olur mu?".....
Ben sulu gözlü biri oldum.. O zaman da, şaşkınlık ve sevinçten gözlerim dolmuştu.
Şimdi ise resmen ağlıyorum hatırlayınca o anları.... İşte sanatçı budur.. Umarım yeterince tarif edebilmişimdir..
Fotoğraf Sanatçısı İzzet KERİBAR'ı sevgiyle, saygıyla selamlıyorum..... Görüşürüz..