30 Aralık 2012 Pazar

BARIŞ GETİR 2013.. ÜLKEME VE DÜNYA'YA...

Bilirim yarın diye bir şey var..
Çeliğin su katılmamış yanı,
Irmakların geçilecek, Fırtınaların dinecek..
Bir yanı var ömrümüzün belki bir gün gülecek...
Selam verip Selam alacak Barışa kardeşliğe...
BEHÇET AYSAN....

MUTLU YILLAR... HOŞGELDİN 2013...
2012 Yılı bitmek üzre... Zaman o kadar çabuk geçiyor ki.. Daha dün sanki, 2012'ye "HOŞGELDİN" dememiş miydik?.. Sizde böyle mi, düşünüyorsunuz?.. Yaşamın erken yıllarında zaman bir türlü geçmek bilmez gibi gelir insana.. Ama yıllar ilerledikçe zaman o kadar çabuk geçmeye başlar ki.. Birden, ömrünüzün avuçlarınızdan akıp gittiğini zannedersiniz.. Ne kadar, "Dur biraz, Yavaşla lütfen" diye bağırsanız da, zaman bu haykırışlarınızı asla duymaz... İşte, Evrenin ve bizim ömrümüzden de, bir yıl daha bitmek üzre.. Herşeye karşın, yeni bir yılı, yeni umutlar ve beklentilerle karşılamaya hazırlanıyoruz.. Her yeniyıl'dan olduğu gibi, bu yıldan da, beklediklerim, istediklerim var.. Öncelikle Tüm Dünya'da B A R I Ş istiyorum.. Tüm Savaşların bitmesini, akan kanın durmasını ve Silah Tüccarlarının iflas etmesini istiyorum.. Ülkemde 30 yıldır süren ve binlerce çocuğumuzun hayatına malolan kirli savaşın artık bitmesini, anaların gözyaşlarının dinmesini ve onurlu bir Barışın sağlanmasını istiyorum.. Yaşadığım sürece iyi ve güzel şeylere dair umutlarımı, hayallerimi hep korudum. Korumayı da, sürdüreceğim. William SHASKESPEARE Diyor ki: "Önce Hayaller Ölür.. Sonra İnsanlar".. Hayallerinizin ölmesine asla izin vermemelisiniz.. İşte ben de, bu duygularla 2013 yılını karşılayacağım.. Her yıl olduğu gibi yine bir sürü hazırlık yapıyorum.. Bir yaş daha alacağım.. Ömrümün sonuna biraz daha yaklaşacağım.. Ama olsun.. Yaşam çok güzel.. Sonunu düşünmeden doyasıya anı yaşamak.. İşte mutluluk bu......
2012 Yılında beni çok mutlu eden birşey vardı.. Blog Sayfam, Bloglarım.. Tabii ki, Okurlarım ve İzleyicilerim.. Sizlere binlerce teşekkür borçluyum.. Yazdığım öyküleri okudunuz, beğenilerinizi gösterdiniz.. Yaklaşık 10.800 civarında okur, sitemi ziyaret etti.. Beni bundan daha fazla hiçbir şey bu kadar mutlu edemezdi inanın.. Çünkü onurlandım, yüreklendim, gururlandım.. Çok teşekkür ederim.. Beni 2013 yılında da, onurlandırmanızı, yalnız bırakmamanızı diliyorum.. Mutlu, Sağlıklı, Huzurlu, Özgür ve Barış dolu bir yıl diliyorum Ülkeme ve Dünya'ya.. Öykülerde buluşmak umut ve dileğiyle....... Görüşürüz.....

29 Temmuz 2012 Pazar

SANAYİ DEVRİMİ OLMASAYDI.. MI?....

Bilirsiniz mutlaka, "Sanayi Devrimi" ya da, "Endüstri Devrimi", Avrupa'da 18. ve 19. yüzyıllarda, yeni buluşların üretime olan etkisi ve buhar gücüyle çalışan makinaların makinalaşmış endüstriyi doğurması ve bu gelişmelerin de, Avrupa'daki sermaye birikimini arttırmasına denir.

Sanayi Devrimi, ilk olarak Birleşik Krallık'ta, İngiltere'de ortaya çıkmış, ardından Batı Avrupa, Kuzey Amerika ve Japonya'ya sıçramış ve sonrasında da, bütün dünyaya yayılmıştır...
Ben bu kısa açıklamayı neden yaptım?..

Çünkü Londra Olimpiyatlarının açılış törenini izledim.. Daha sonra da, aklıma birşeyler takıldı.. Hani şu ilk kez İngiltere'de ortaya çıkan SANAYİ DEVRİMİ var ya.. İşte aklımı kurcalayan da, bu oldu..
Açılışın başlangıcında bir bölüm vardı.. İngiltere'de Sanayi devriminin nasıl başladığı canlandırılmıştı..

İnsanlar önceleri şirin köy evlerinde yemyeşil çiçekler ve ağaçlar içinde, kendi topraklarını ekip biçerken, hayvancılıkla uğraşırken ve bu Tarım Toplumunda yaşamaktan son derece mutluyken ki, bu özellikle vurgulanmış gösterilerde; birden toprak kararıyor, hava grileşiyor ve yerden gökyüzüne kapkara dumanlar savuran kocaman uzun bacalarıyla devasa fabrikalar çıkıyor ortaya..
Oluşan bu görüntü çok ürkütücü ve acımasızdı.. İnsanlar telaş, korku ve endişe içinde bakıyordu olanlara..
Bence haksız da, sayılmazlardı.. Çünkü bu devrim nedeniyle, sonraları başlarına neler geleceğini bilemiyorlardı.. Artık O Mutlu Köylüler birer Fabrika İşçisiydi ve Sendikal Örgütlenme çabalarıyla işverene karşı emeklerini korumanın savaşını veriyorlardı..
Arkasından da, kadın hareketleri geliyor ve kadınlar da, insanca yaşama ve çalışma haklarına kavuşabilmek ve bu hakları koruyabilmek için yiğitçe mücadele ediyorlardı..

Sanayi Devriminin üzerinden yaklaşık üç yüzyıl geçmiş ve ben bu üç asırda Dünya'nın nasıl sancılı yıllar geçirdiğini ve halen de, geçirmekte olduğunu biliyorum..

Peki; Acaba Sanayi Devrimi olmasaydı Dünya nasıl bir yer olurdu..
Düşünsenize, bugün kıyasıya kavga verdiğimiz, karşı durduğumuz, neler olmazdı yaşamımızda..

Örneğin:
-Fabrika Dumanları, -Patronlar,
-İşverenler, -Büyük Şirketler,
-Finans Kurumları, -Para ve Kâr Hırsı,
-Burjuvazi,
-Kapitalizm -Emek Sömürüsü ve Sömürünün her türü..
-Nükleer Enerji, -Radyasyon,
-Doğayı katleden Hidro Elektrik Santralları HES'ler..
-Hava Kirliliği.. -Isınan İklim,
-Yırtılan Ozon Tabakası,
-Betonlaşma / Sera Gazı..
-Petrol Savaşları, -Su Savaşları,
-Toprak Paylaşım Savaşları..
Vee Bu uğurda dökülen onca kan... İlk anda aklıma gelenler bunlar..
Yani kısaca insanlar belki de, kirletilmemiş bozulmamış sömürüsüz bir dünya'da, kendi topraklarını işleyerek kendi emekleri ve onurlarıyla, Barış içinde çok daha mutlu yaşayacaklardı....
Kimbilir... Öylesine düşündüm, hayal ettim ve paylaşmak istedim....
 "Özgürlük, İnsanlara Medeniyetin bir Armağanı değildir.. Hiç Medeniyet yokken, İnsanoğlu çok daha özgürdü".. Sıgmund FREUD....
Güzel bir Dünya'da Görüşürüz....

25 Temmuz 2012 Çarşamba

FIKRA GİBİ ÖYKÜ..... GAZETECİLERDEN KORKULUR.......


Gazetecilik okullarında okuyanlar bilir.. Çünkü bu öykü o okullarda nesilden nesile aktarılır.. Sanki bir tür Gazetecilik Alamet-i Fârikası gibidir..

Bende Sevgili Hocam Profesör Necdet ÖZDEMİR'den dinlemiştim..
Profesör ÖZDEMİR Okulda çok sevilen bir hocaydı.. Öğrencileriyle çok sıcak ve yakın bir ilişkisi vardı.. Onun derslerini kesinlikle kaçırmazdık.. Hatta bir üst sınıfa geçsek bile alt sınıfların ders programlarını kontrol eder, yine hocamızın dersine girerdik.. Yani o neredeyse biz de, oradaydık.. Bizi görünce şöyle bir bakardı ve "Ben sizi bu dersten geçirmedim mi?" diye sorardı şaşkınlıkla..
Ve Şöyle derdi sevgili Hocam: "Ben Gazetecilerden korkarım.. Onlar insana söylemediği sözleri söyletir".. Arkasından anlatırdı....

"Hıristiyan aleminin dini lideri Papa, Amerika Birleşik Devletlerinin Newyork Eyaletine, diplomatik bir ziyaret için gider.. Newyork Havaalanında da, resmi zevat ve kalabalık bir Basın ordusu tarafından karşılanır. Gazeteciler hemen Papa'nın etrafını sarar ve başlarlar soru yağmuruna tutmaya..

O günlerde de, Newyork'ta tüm kentin tartıştığı bir konu vardır..
'Newyork içindeki Genelevler Şehrin dışına taşınmalı mı, taşınmamalı mı?'..
Bir Gazeteci bunu sorar Papa'ya:
--'Ne dersiniz Papa Hazretleri, Genelevler sizce şehrin dışına taşınmalı mı?'..
Papa bir din adamı.. Genelevler onun konusu değil.. Üstelik ilgi alanı dışında.. Soruya bozulur; ama cevap vermesi de, bekleniyor.. O da, şöyle der: (tartışmayla ilgilenmediğini göstermek için)
--'Newyork'ta Genelev var mı?'.....

Ertesi gün Newyork'un en yüksek tirajlı gazetelerinin manşetinde kocaman puntolarla şöyle bir başlık vardır:

PAPA DAHA UÇAKTAN İNER İNMEZ,  "NEWYORK'DA GENELEV VAR MI?" DİYE SORDU......!!.

Henüz 51 yaşında kaybettiğimiz, Sevgili Hocam Profesör Necdet ÖZDEMİR'in, değerli anısına saygıyla...... Görüşürüz..

20 Mayıs 2012 Pazar

NAMUS NEDİR?.. NASIL KURTARILIR?..


Bu da, sorulur mu?.. Namusun ne menem bir şey olduğunu tam anlayamadım ama, nasıl kurtarılacağını çok iyi biliyorum.. Çeker vurursun; ya da, bıçakla delik deşik edersin.. Yani kısacası kesersin, biçersin, delersin amaaa namusunu!! mutlaka kurtarırsın!!.. Zaten deldiğin, kestiğin, biçtiğin önemli değil!!, ölsün gitsin, gebersinn namussuzz o....uuu!.

Önemli olan senin namusun, erkeklik gururun, bunlar herşeyin üstünde.. Kadın da, neymiş??.. Döversin, söversin, horlarsın, o da, yetmezse, öldürürsün olur biterrr.. Budur!!..

Size söylüyorum, Eyy, namuslu!!, gururlu!! erkek!! "katil kocalar"..
Valla, en doğrusunu yapıyorsunuz!!.. Bu kadınlar başka türlü yola gelmez.. Onlar birtek bundan anlıyor. Zorla kendilerini dövdürüyorlar.. Zorla horlatıyorlar.. Sonunda da, zavallı erkeklerin! elini kana bulatıyorlar.. Tüüü!..

Kabahat hep bu kadınlarda!!.. Yoksa bu zavallı, namuslu, gururlu, şefkatli, sevecen kocalar hiç onları evire çevire dövmek, delik deşik edip öldürmek isterler mi?..
Ama siz de, akıllı olun kadınlar!!.. Kocalarınızı delirtmeyin!!.
Ne demek? "Ben özgür yaşayacağım".. Ne demek? "Kendi ayaklarımın üstünde duracağım, Kendi hayatıma sahip olacağım!!".. Ne demek?, "Kocamdan boşanmak istiyorum".. Olur mu?, Kocalar nasıl terkedilebilir?..

Ne demek? "Çocuklarının babası, eski eşle görüşmek".. Cık, cık, cık!!.. Hele bu, hepsinden beter!!.. Daha bugün "harika, namuslu bir koca karısını bu yüzden öldürdü.. Hiç olacak şey mi?. Sen git; çocukların için, çocuklarının babası eski eşinle görüş!!. Akıl sır almıyor!!.
Tabii böyle olunca da, yeni kocanın namusu fena halde zedelenmiş.. Bu koca da, gidip, kadını bir güzel öldürmüş ve doğal olarak namusunu kurtarmış.. Bunu da, bağıra bağıra ilan etti, cümle aleme.. Hani, başı göğe erdi ya!!..

Yani bilmem anlatabildim mi? Suç kadınlarda!!.. Namusun ne kadar önemli olduğunu bilmiyor musunuz?.. Yalnız bu neyin -namus-u?, nasıl zarar görüyor? Onu hala tam olarak anlayamadım doğrusu.. Kocalar karılarını öldürerek -namus-larını kurtarıyor.. Hatta bu yüzden ceza indirimi bile alabiliyorlar..
-Namus- yüzünden Töre cinayetleri işleniyor 21.yy'da ülkemde.. Aile meclisi toplanıyor; karar alıyor ve ailenin -namus-unu kurtarmak için, küçük kızlarını, yine küçük oğullarına öldürtüyorlar..

Bu yüzden çok merak ettim; bu daha çok belden aşağıya atfedilen namus!! kavramını....
Amannn neyse!!.. Yine de, diyorum ki:
-Kadınlar aklınızı başımıza alın.. Hatta ayağınızı da, denk alın!!..
Bu zavallı, gururlu, namuslu kocaları katil etmeyin..
Adamcağızlar ellerini kana bulamasın.. Hem kimbilir ne kadar yoruluyorlar, ne kadar enerji sarfediyorlardır, sizi doğrarken, delerken, keserken, döverken, söverken..

Yazık değil mi, zavallı, gururlu, namuslu katil kocalara?..
Hiç mi, acımıyorsunuz bu adamcıklara.. Cık, cık, cık...

Yani tepemin tası atıyor.. Nasıl olsa herkes bir şekilde buluyor.. Ben de, bulurum diye düşünüyorum
Elime bir kaleşnikof alıp sokağa çıkacağım ve katliam yapacağım.. Kimleri öldüreceğim dersiniz??. Ayyy tabii ki, namusumu kurtaracağım ayooll... Hala hayatta ve özgürsem görüşürüz....

17 Mayıs 2012 Perşembe

"O YALNIZ KALDI.. BEN GİDİYORUM"..


ÖLÜMÜNÜN 10.YILINDA SAVAŞ YURTTAŞ'A SAYGIYLA...

Çok güzel bir İlkbahar günüydü.. Ama o gün Ankara'da hemen hiç kimse günün ya da, mevsimin ne kadar güzel olduğunun farkında değildi.. Havada öylesine ağır bir hüzün vardı ki.. Ve herkes o kadar üzgündü ki..

O gün yüzlerce insan Savaş YURTTAŞ'ı son yolculuğuna uğurlamak için biraraya gelmişti Ankara'da..

Savaş YURTTAŞ Tiyatro Oyuncusuydu.. Yıllarca Türkiye Radyo Televizyon Kurumu T.R.T'de yayınlanan "5 DAKİKA" adlı dizinin "Kavruk Hasan"ıydı.. Orhan KEMAL'in ünlü oyunu "72.KOĞUŞ"un Adem Babalar Koğuşundaki "İzmirli"siydi.. Zeki ÖKTEN'in Harika filmi "DAVACI"da Kemal SUNAL'ın "davalı"sıydı.. Ve onlarca Tiyatro oyunu, onlarca filmin yanısıra, çok uzun yıllar Televizyonlarda yayınlanan "BİZİMKİLER" Dizisinin "Yengeç" lakaplı "seyyar satıcı"sıydı..

Herşeyden öte Savaş YURTTAŞ benim arkadaşımdı, yoldaşımdı.. Yıllarca aynı tiyatro çatısını paylaşmış, yeri geldiğinde ekmeğimizi bölüşmüştük..

Maalesef gırtlak kanserine yakalanmış, uzun süre bu hastalıkla mücadele etmişti. Ama ne yazık ki, mücadeleden hastalık galip çıktı. 8 Nisan 2002 günü onu kaybettik ve 9.Nisan.2002 günü de, Savaş'ı uğurladık..

Savaş YURTTAŞ henüz 58 yaşındaydı.. Cenazesine yüzlerce insan gelmişti.. Tüm sevenleri, tüm yoldaşları, tüm dostları, arkadaşları onun için biraradaydı..
"BİZİMKİLER" dizisinin "Katil Yavuz"u Değerli Sanatçı Aykut ORAY'da, Savaş'ı uğurlamaya gelenler arasındaydı.. O da, herkes gibi çok üzgündü..
-Nasılsınız?, diye sorduğumda,
-Sorma; ben de, hiç iyi değilim.. Kalbim tekliyor.. demişti..
Bu onu son görüşüm oldu.. Bir kaç yıl sonra bir otel odasında ölü bulundu.. Kalbi daha fazla dayanamamıştı..

Savaş için önce, yıllarca sahnesinde oyunlar sergilediği Ankara Sanat Tiyatrosu'nda Tören yapıldı.. Daha sonra cenazesi Ankara Kocatepe Camiine götürüldü.

Ama namaz vaktini beklemek gerekiyordu ve bu arada da, hep gittiği kahvede toplandık onu anmak için.. Kahve sahibi Savaş için birşeyler yapmak istiyor, uğurlamaya gelenlere birşeyler ikram etmek için çabalıyordu.. Kahvenin yanında da, traş olduğu berber vardı. Bir yandan berber, öte yanda kahveci Savaş'ın anısına birşeyler yapabilmek için kendilerini paralıyordu.. Törene katılan hemen herkes kahvedeydi ama sevgili arkadaşımın naaşı camideydi..

Savaş YURTTAŞ deyince akla hemen iki isim daha gelirdi.. İki değerli Tiyatro Sanatçısı, Şener KÖKKAYA ve Erol DEMİRÖZ.. Onlar çok iyi bir üçlüydü.. Çok uzun yıllar aynı oyunlarda aynı sahneyi paylaşmışlar, hatta Ankara Sanat Tiyatrosu'ndan ayrıldıktan sonra "SACAYAĞI GÜLMECE TİYATROSU"nu kurmuşlar ve bu Tiyatro adı altında oyunlar sergilemişlerdi. Daha sonra ise "SACAYAĞI GÜLMECE TİYATROSU"nu kapatıp yine üçü birden Bizim Tiyatromuz SANATEVİ A.Ş.'nin kadrosuna katılmışlardı..

O gün Şener KÖKKAYA da, oradaydı, Erol DEMİRÖZ de.. Türkiye çok önemli, çok değerli bir sanatçısını kaybetmişti.. Bizler uzun yıllar aynı çatı altını paylaştığımız arkadaşımızı, yoldaşımızı kaybetmiştik.. Ama Şener'le Erol üçünçü ayaklarını, Tiyatro ortaklarını, Rol arkadaşlarını kaybetmişlerdi.. Onlar kendilerine sacayağı diyordu.. Sacayağı artık yerinde duramazdı.. Çünkü bir ayağını kaybetmişti..

Kahvenin bahçesinde yaşanan acının ortasında Erol DEMİRÖZ kalktı ve titreyen bir sesle, "Ben camiye gidiyorum, Savaş orada yalnız kaldı" dedi..
O anda yaşadığım yürek burkulmasını hiç unutmadım.. Acım kimbilir kaça katlandı.. Ona hüzünle bakan gözlerin önünde Erol'un ağzından bu sözler döküldü ve kalktı gitti, can arkadaşını yalnız bırakmamak için..

O günün üzerinden tam on yıl geçti..
Şimdi Erol DEMİRÖZ'de aynı hastalıkla savaşıyor.. Aylarca hastanelerde yattı ve operasyonlar geçirdi..
Ama artık büyük bir mutlulukla diyorum ki, Sevgili Arkadaşım iyi ve evinde..

Yürekten diliyorum, Değerli Sanatçı Erol DEMİRÖZ, en kısa sürede tam olarak sağlığına kavuşacak ve sahnelerdeki, setlerdeki yerini alacak..

Bunca yıl sonra bu acı anıyı, yüreğimi parçalayan o sözleri kayıt altına almak ve paylaşmak istedim.. İstedim ki, böylesine bir sevgiyi, arkadaşlığı ve bağlılığı herkes görsün, bilsin, anlasın..

Sevgili Savaş, kimbilir, belki birgün yine biraraya geliriz ve eski günleri yadederiz.. O Güne kadar ışıklar içinde uyu sevgili arkadaşım..

Sizlerle de, görüşürüz.. Mutlaka...

10 Mayıs 2012 Perşembe

BEN YAZDIM.. AMA, SİZLER GÖREMEDİNİZ.. BİR ANI DAHA..


"Senden korkulur.. Sen bir gün bunları yazarsın" derdi, Ziya Albay....
Ziya Bey Emekli bir Karacı Kurmay Albaydı.. 60'lı yaşlarındayı ve beyaz dalgalı saçları, yine bembeyaz, uçları yukarı doğru kıvrık bıyıklarıyla etkileyici, yakışıklı bir adamdı..

Ziya Albay anlatmazdı ama, özel yaşamında belli ki, mutsuzluklar, sorunlar yaşıyordu.. O nedenle de, kendisine ayırdığı vakti sorunlardan, sıkıntılardan uzak keyif alarak geçirmek isterdi..
Akşamları dostlarıyla biraraya geldiği bir mekan vardı.. Genellikle ben de, onlara katılır ve o ortamın güzelliğini doyasıya yaşardım. Ziya Albayın dostları arasında bir de T.Cumhuriyet Savcısı vardı, Süreyya Bey.. Süreyya Bey de, henüz 50'li yaşlarındaydı.. İki yaşlı delikanlı oturur ve aralarında tadına doyulmaz bir sohbet başlardı..

Albay meslek alışkanlığından olsa gerek, sık sık ağzından hoş olmayan kelimeler kaçırırdı ve kendisini uyaranlara da, "İpini Çekerim haaa"!!.. diye gözdağı verirdi..
Savcı Süreyya Bey ise kendi mesleği gereği, eline bir kağıt kalem alır ve başlardı not tutmaya:
-'Albay 5 kere küfür etti, 8 kere "İpini Çekerim" dedi'..
Bütün bunlar olurken ben de, gülmekten nefessiz kalırdım tabii..

Birgün öğrendik ki, Ziya Albay Gırtlak Kanserine yakalanmış.. Tedavi başladı. Ama iyileşme olacağı yerde kanser maalesef gırtlağından Akciğerlerine sıçradı.. O gülen, yaşamdan büyük keyif alan, beyaz saçlı, gür bıyıklı, yakışıklı adam son derece üzgün ve mutsuzdu.. Zaten süreç içerisinde gördüğü tedavi yüzünden ne o dalgalı saçları, ne de, beyaz bıyıkları kalmamıştı..

O günlerde olayın ciddiyetini ve vahametini tam olarak anlayamamıştım herhalde. Çünkü ağrıyan 20'lik dişim nedeniyle, yüzümden düşen bin parça, üzgün ve mızmız bir şekilde Ziya Albay'ın yanına gittim..
Beni öyle görünce hemen sordu:
-Neyin var?..
-Sormayın!! dedim ve 20'lik dişimin beni nasıl mutsuz ettiğini anlattım...
Şöyle bir baktı yüzüme ve "Amaannn o da, bir şey mi?, çektirirsin olur biter" dedi..

Bir an elektriğe tutulmuş gibi hissettim kendimi.. Öyle ya, O, Akciğerlerini çektiremezdi! ve onulmaz derdinden de, kurtulamazdı.. Çünkü gırtlağından akciğerlerine sıçrayan bir kanserle mücadele ediyordu.. Ben ise affedilmez bir densizlikle bu insana 20'lik dişimden dert yanıyordum..
Hatırladıkça hala utanırım ve üzülürüm..

Ziya Albay Kansere uzun süre direnemedi.. Ve coşkuyla, büyük bir aşkla yaşadığı bu dünyayı bırakarak gitti..
Ya savcı Süreyya Bey!, belki inanmayacaksınız ama Ziya beyin kaybının üzerinden uzun zaman geçmedi. O da daha 50'li yaşlarında ve yine kansere yenik düştü.. Can yoldaşının yanına uğurladık onu da..

Peki ya ben?, 20'lik dişime ne oldu dersiniz?.
Hani herkesde, bir korku vardır. Nedense kimse o plaj şezlong'unu andıran Diş Hekimi koltuğuna oturmak istemez. Ama ben öyle çok utanmıştım ki, tıpkı Şair Ahmet TELLİ'nin "Soluk Soluğa" şiirinde dediği gibi:
"Çürük bir diş gibi kanırtıp kentleri,
Dünyanın ağzını kanlar içinde bırakmalı"..
Dedim ve korkusuzca Diş Hekiminin yolunu tuttum..

O günlerin üzerinden uzun zaman geçti.. Ne zaman birisi dişlerinden şikayet etse ve Diş Hekimine gitmeye korktuğunu söylese, hep bu anım gelir aklıma..

Dev Yazar Yaşar KEMAL demiş ki: "O güzel insanlar, güzel atlara binip gittiler"..
Işıklar içinde uyusunlar........
Koca Yazar Yaşar Kemal de... Sözcükler yağsın üzerine...... Görüşürüz..

20 Nisan 2012 Cuma

FIKRA GİBİ ÖYKÜ 8.. "BENİ BUNUNLA GÖTÜRMESİNLER"..

"Bu anıyı yazdığım zaman Sevgili Nurten Teyzem yaşıyordu.. Ama artık yok..Onu kaybettim..Yıldızlar yağsın üzerine"..

Başlıktaki sözler benim manevi teyzeme ait. Neden söylediğini de, anlatacağım şimdi..
Benim çocukluk yıllarım.. Ailecek Ankara'dayız.. Babacığım Yedek subaylığını yapmak için kur'ada Ankara'yı çekmiş.. Uzun zaman askerlik yapacağı için de, ailemizi Alanya'dan Ankara'ya taşımış. Yanımızda da, memleketlimiz sevgili Nurten teyzem var. O da, bizimle gelmiş. Çünkü hem annem, hem babam çalıştığı için kardeşim ve benimle ilgilenmek de, ona kalmış..

İşte bu nedenle Nurten teyzem yıllarca bize baktı, bizi büyüttü.. O kadar iyi bir kadındı ki.. Kardeşim de, ben de, onu öz teyzemiz gibi severdik.. Bir köylü kadınıydı. Hiç okula gitmemişti.. Okuma yazma bile öğrenenememişti.. Kısacası son derece cahil ve bilgisiz bir kadındı.. Öyle ki, sayısal birşey hesaplıyorsa, saymaya el parmaklarından başlar, ellerindeki parmaklar bittikten sonra da, çorabını çıkardığı gibi ayak parmaklarıyla saymaya devam ederdi.. İlk defa Alanya'nın bir köyünden çıkmış ve ülkenin Başkent'ine gelmişti.. Bu değişiklik onun için çok büyük bir aşamaydı.. Herşeye şaşkınlıkla bakıyordu..

Birgün, annemle birlikte sokakta yürürlerken bir cenaze arabası geçiyor caddeden.. Bilirsiniz cenaze arabaları kenarlarında saçaklar filan süslü püslü arabalardır.. Musalla taşındaki kısacık saltanatımızdan olsa gerek.. Nurten teyzem de, bu süslü arabayı görünce merak ediyor ve anneme soruyor:

- Abla bu ne?.. Annem cevap veriyor:
- Cenaze arabası.. Nurtem teyzem tam anlayamamış ne olduğunu sormayı sürdürüyor:
- Ne yapıyorlar bu arabayla?.. Annem yine yanıtlıyor:
- İnsanlar ölünce, cenazeyi defnetmeye bu arabayla mezarlığa götürüyorlar..

Bu cevap üzerine Nurten teyzem duruyor, şöyle bir düşünüyor ve telaşla söyleniyor:
- Abla, sakın ben ölünce beni bu arabalarla mezarlığa götürmeyin!!..
Annem Nurten teyzemin bu telaşına ve söylediklerine bir anlam veremediği için soruyor:
- Neden?..
Cevap müthiş!!..
- Bizim köyde biri öldüğü zaman sırtlarlar cenazeyi, mezarlığa götürür, gömerler.. Mezarlığa gidene kadar, insan gömülmeden önce iki yanını görür, manzarayı seyreder.. Bu arabalarla beş dakikada varırsın mezara. Hiçbir şey de, göremezsin!!..

Işıklar içinde uyusun, anneciğim anlatmıştı...
Aklıma geldikçe hala gülerim, katıla katıla..

Böylesine saf olan Nurten teyzem kendi ailesini kurduktan sonra hep birlikte yurt dışına gittiler ve uzun yıllar orada yaşadılar.. Okuma yazma bile bilmeyen Teyzem İngilizce okumayı yazmayı dahi öğrendi..

Halen Antalya'da yaşıyor ve iyi.... Dilerim bu yazıyı okumaz...... Görüşürüz...

10 Nisan 2012 Salı

GEÇMİŞTEN ÇOK ÖZEL BİR ANI DAHA.. MERHABA ASAF KOÇAK..



Yoğun bir çalışmanın ortasında odamın kapısı çalındı ve içeri güleryüzlü genç bir adam girdi.. Elinde bir dosya vardı. Dosyada da, kendi çalışmalarından örnekler bulunuyordu.. Genç adam bir Karikatürist'ti ve Sahibi olduğumuz Sanat, Kültür Merkezi SANATEVİ (ANKARA)'nın Sanat Galerisinde sergi açmak istiyordu. Galerimiz çok sayıda kişi tarafından ziyaret ediliyordu ve bu nedenle de, sergi açma talepleri son derece fazlaydı..

Galeriyi ben yönetiyordum.. Onun için de, karikatür Sanatçısı, çalışmalarından örnekler getirerek, sergi açma talebini bana iletmişti.. Biraz oturduk, konuştuk.. Beş Yıldır Karikatür çiziyordu ama bu ilk sergi açma teşebbüsüydü.. Çalışmalarını aldım ve kendisini daha sonra haberdar edeceğimi söyleyerek yolcu ettim.. O yıllarda Öğretmenlik yapıyordu ve Ankara dışındaydı.. Yani onu bir mektupla bilgilendirmek durumundaydım.. Adresini bıraktı ve gitti..

Sanatevi Sanat Galerisinin değerli bir Sanat Danışmanı vardı.. Plastik Sanatlar Eleştirmeni Profesör Kaya ÖZSEZGİN'in önermeleri, tavsiyeleri doğrultusunda ve onun gözetiminde açılıyordu galeride sergiler.. Doğal olarak bu karikatür sergisi için de, Prof.Kaya ÖZSEZGİN'e danışmam ve onun onayını almam gerekiyordu..

Sanatçının bana bıraktığı örnekleri Prof.Kaya ÖZSEZGİN'e gösterdim ve fikrini sordum.. Kaya bey tereddüt etti.. Çünkü uzmanlık alanı Resimdi, Plastik sanatlardı. Çizgi, Karikatür onun konusu değildi.. Ama sanatçıya da, bir yanıt vermek zorundaydık.. Kaya beyin bakışlarından karikatürleri beğenmediğini, acemice bulduğunu hissetmiştim..
-Bence sergi isteğini kabul etmeyelim; dedi..

Sergi başvurusunda bulunan sanatçıya bu olumsuz yanıtı vermek de, bana düşüyordu tabii.. Kendisine bir mektup yazdım.. Elimden geldiğince onu üzmeyecek, incitmeyecek bir şekilde, talebinin reddedildiğini anlatmaya çalıştım.. Galeri programının çok dolu olduğunu, kendisini daha sonraları daha iyi çalışmalarıyla galerimizde görmek istediğimizi filan söyledim..

Çok kısa bir süre sonra, bizden olumsuz yanıt alan sanatçı, o zaman adı Sanat Sevenler Derneği olan Sanat Kurumu'nun Sanat Galerisinde sergi açtı.. Ama bizim Galerimizde hiç sergisi olamadı ne yazık ki..

Aradan 4 yıl geçmişti.. SANATEVİ'miz maddi manevi bir sürü zorluğa, baskılara dayanamamış ve çalışmalarına son vermişti.. Ben de, artık gazetecilik yapıyordum..

Birgün bir Kafe'ye girerken omuzumda bir el hissettim. Döndüm baktım, karşımda gülen yüzüyle, genç, sakallı bir adam duruyordu ve ben kendisini hiç tanımıyordum.. Onu tanıyamadığımı farketti ve şöyle dedi: "Siz beni tanımıyorsunuz ama ben sizi hiç unutmadım".. Sonra kendisini hatırlattı.. Yıllar önce ilk sergisini açmak için bana başvuran Karikatürist Asaf KOÇAK'tı.. Bizim Galerimizde sergi açamamıştı ama geçen yıllar içerisinde kişisel ve karma 12 sergi açmıştı.. Cumhuriyet Gazetesi, Bilim ve Sanat Dergisi, Günaydın Gazetesi, Yarın Sanat Dergisi gibi bir çok yayın organında karikatürleri yayınlanan ve 2 ödül alan ünlü bir karikatüristti o artık..

O gün bana söylediği bir şey vardı ki, hala anılarımın arasında, çok özel bir yerde saklarım bu sözleri.. Şöyle demişti: "Bana bir mektup yazmıştınız.. O mektubu hala saklıyorum.. Çünkü o mektup bana inanılmaz bir itici güç oldu.. Daha çok çalıştım ve kendimi geliştirdim. Eğer, bugün tanınan, bilinen, aranan bir karikatür sanatçısıysam, bunu size ve o mektuba borçluyum"..

Düşünebiliyor musunuz?, benim, nasıl kırmam, incitmem diye sıkılarak yazdığım sergi talebinin reddedildiğine ilişkin o mektup böyle bir işlev görmüştü, Asaf'ın dediğine göre.. Kendisini hatırlattığı zaman çok utanmıştım ama bu söylediklerinden sonra, doğrusu nutkum tutuldu, hiçbir şey diyemedim.

Sonraki yıllarda Sevgili Asaf iyi bir dostum oldu.. Bazı Tiyatro oyunlarında birlikte çalıştık.. Oyunun afişleri onun usta çizgileriyle oluştu örneğin.. Benim dışımda çevremizdeki hemen herkesin karikatürünü çizdi. Ama nedense yalnız benim karikatürümü hiç çizmedi..

Sivas'dan, Madımak Otelinden, memleketi Yozgat'ın Yerköy İlçesine götürdüler onu.. Şimdi orada.. Tepesinde bir ağaç olmalı.. Gittim.. Ziyaret ettim sevgili arkadaşımı.. Ama işte.. Hepsi bu.. Gerisi;
çaresizlik...
"Sevgili Asaf, selam olsun sana.. Bak işte hepimiz sana gelmiştik o gün.. O gün orada kimler yoktu ki.. İnan seni seven herkes seninleydi.. Ve biliyor musun? O gün de, bu gün de, yüreğimiz hala kanıyor.. Bir gün kimbilir, görüşürüz belki"..................

Sizlerle de, görüşürüz......

..............................................

.......Sonra onlar, çılgınlık bitip sürü dağılınca,
       Yapayalnız gecelerde durgun ve dilsiz,
       Yastıklara çivili,  bir mızıka sesiyle uyanmazlar mı,
       Asaf'ın ateşlere karşı çaldığı!!.. ŞÜKRÜ ERBAŞ......

8 Mart 2012 Perşembe

YÜREKLİ YİĞİT EMEKÇİ KADINLARA SELAM OLSUN..


8 Mart 1857 tarihinde ABD'nin Newyork kentinde 40.000 dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başladı. Ancak, polisin saldırması, işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, arkasından da, çıkan yangında işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucu 129 kadın işçi can verdi. İşçilerin cenaze törenine 10.000'i aşkın kişi katılmıştı.

26 - 27 Ağustos 1910 tarihinde Danimarka'nın Kopenhag kentinde 2. Enternasyonale bağlı kadınlar toplantısında (Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı) Almanya Sosyal Demokrat Partisi önderlerinden Clara Zetkin, 8 Mart 1857 tarihindeki tekstil fabrikası yangınında ölen kadın işçiler anısına 8 Mart'ın "Internationaler Frauentag" (International Women's Day - Dünya Kadınlar Günü) olarak anılması önerisini getirdi ve öneri oybirliğiyle kabul edildi.

Sonraki yıllarda, 16.Aralık.1977 tarihinde toplanan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 8.Mart'ın "DÜNYA KADINLAR GÜNÜ" Olarak anılmasını kabul etti. Ama Birleşmiş Milletler Sitesinde, günün tarihine ilişkin bölümde anma ve kutlamaların Newyork'da ölen kadın işçilerin anısına yapıldığı yazılmamıştı..

Oysa bu yürekli, yiğit ve cesur emekçi kadınların Kapitalizm'e karşı ilk başkaldırışıydı.. Daha iyi, daha insanca çalışma koşulları için ayağa kalkmışlar ve bu uğurda çok ağır bir bedel ödemişlerdi.. Tam 129 yiğit kadın yanarak can vermişti..

Ülkemdeyse, hemen hergün bir kadın cinayeti gazetelerin manşetlerinde yer alıyor..
Ya, terkedilmeyi hazmedemeyen bir eski koca sokak ortasında kadını delik deşik ederek vahşet saçıyor; Ya da, adına "Töre" denen ve bu uğurda nice masum genç kızımızın, çocuğumuzun, kadınımızın öldürüldüğü bir canilik hüküm sürüyor hala..

21.Yüzyılda Ülkemizde kadın, hâlâ bir meta, cinsel bir obje, ucuz işgücü ve ikinci sınıf bir birey olarak görülüyor. Kadının bedeni, işgücü ve emeği sonuna kadar sömürülüyor.. Üzerinde her tür şiddet ve taciz uygulanıyor.. Kadın cahil bıraktırılıyor. Kız çocukları okutulmuyor.. Kadının ekonomik özgürlüğüne kavuşması istenmiyor.. Kendi ayakları üzerinde durmak için çaba göstermesi hep engelleniyor.. Kamusal alanda, politika'da ve ne yazık ki, yaşamın bizzat kendisinde de, kadının adı hemen hemen hiç yok..

Alman Sosyal Demokrat Partisi Önderlerinden Clara ZETGİN şöyle diyor:
"Kadının özgürlüğü tüm insanoğlunun özgürlüğü gibi, yalnızca emeğin sermayenin boyunduruğundan kurtulmasıyla olacaktır". 1889..

İşte tüm bu acı gerçeklerin, ülkemde sömürülen, kullanılan ve acımasızca öldürülen onlarca kadının ve hiç bitmeyecekmiş gibi süregiden bu korkunç olayların gölgesinde kutlanan bir "8.MART DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ"ndeyiz

Ve ben 156 yıl önce Kapitalizm'e başkaldırmalarının bedelini çok ağır bir şekilde ödeyen, bu uğurda yanarak hayatlarını kaybeden 129 kadın işçinin ve ülkemde yalnızca özgür ve mutlu yaşamak istedikleri için öldürülen, onlarca kadının anısı önünde saygıyla eğiliyorum.. Görüşürüz..

26 Şubat 2012 Pazar

HASAN HÜSEYİN KORKMAZGİL'İ UĞURLARKEN... ORADAYDIM...


"İncecikti,
Gül dalıydı,
Dokunsam kırılacaktı,
Dokunmadım,
Kurudu".. Hasan Hüseyin KORKMAZGİL...

Onu kaybedeli tam 28 yıl olmuş.. Şair, Hasan Hüseyin KORKMAZGİL'den sözediyorum.. Önceleri yalnızca hayran olduğum şiirlerinden tanıdığım Hasan Ağabey'le, Basın Halkla İlişkiler Danışmanlığını üstlendiğim, kendi Sanat, Kültür Merkezimiz (Ankara) SANATEVİ'nin faaliyette olduğu dönemde tanışma, arkadaş olma şansı bulmuştum.. Harika şairliğinin yanısıra da, harika bir insandı.. Sevgi dolu, duyarlı, coşkulu, sıcacık bir dosttu.. Üstelik çok yakışıklı bir adamdı.. Enine boyuna, hani derler ya, "aslan gibi" diye öyle bir erkekti.. Aslan gibi denilmesinin bir sebebi de, o gür ve tıpkı aslan yelesine benzeyen bembeyaz saçlarıydı..
Hasan Ağabey'le en son ortak bir arkadaşımızın cenaze töreninde, onun mezarı başında birlikteydik. Erken yaşta kaybettiğimiz arkadaşımıza çok üzülmüştü ve bu üzüntüsü acılı bakışlarında tüm açıklığıyla görünüyordu.. Yanımdaydı, mezar başındaydık ve o sanki donmuş gibi bakıyordu boşluğa.. O görüntüsü, o aslan yelesi saçları ve yakışıklılığı belleğime kazındı ve öylece kaldı.. Bu Hasan ağabeyi sağlıklı olarak son görüşümdü.. Daha sonra o herkesin bildiği rahatsızlık süreci başladı ve onu kaybettik..


Uğurlama Töreni 12.Eylül.1980 Darbesinden birkaç yıl sonrasına denk gelmişti.. Yaşadığımız korkunç ve acı yıllardan sonra ilk kez binlerce insan biraraya gelmiş ve tüm bu acı olaylara karşı sessiz bir protesto gösterisi sergilemişti.. Kalabalık çok yoğundu.. O günler, 3-5 kişinin bile biraraya gelmekten korktuğu, gelirse de, takibata uğradığı günlerdi. Ama darbeden sonra ilk defa, meydanlara sığmayan kalabalık camiden Karşıyaka mezarlığına kadar sessizce ama dimdik ve kararlı bir şekilde yürüdü.. Acı, hüzün ve öfkenin görüntüsü o kadar belirgindi ki, sanki bütün bu duygular ayaklanmış yürüyordu.. Mezarlığa vardığımız zaman Hasan Ağabey'in tabutunun üzerine Ay yıldızlı bayrağımızı örttüler.. Veee çok büyük bir suç işlemiş!! oldular.. Birara Hasan Ağabeyin mezarına yakın bir yerde Ünlü Boksör Celal SANDAL'ı gördüm ve şöyle düşündüm: "Herhalde onun da, bir kaybı var".. Oysa yanılmıştım.. Başından beri farkedemediğim bir şey vardı.. Ortalık polis kaynıyordu ve Celal SANDAL da, bir polis olduğu için görevli olarak orada bulunuyordu..

Defin işlemi tamamlandı. Bu arada ben de, mezarlığın kapısına yakın bir yerde parketmiş arabalardan birinin üstüne koyduğum Hasan Hüseyin KORKMAZGİL posterlerini dağıtıyordum törene gelenlere.. Birden o ana kadar farkedemediğim polisler, rastgele törendekileri gözaltına almaya başladı.. Meğer, üstüne posterleri koyduğum araba da, polislere aitmiş... Benim önümde o arabalara insanları zorla bindirmeye başladılar.. Bu arada Hasan ağabeyin sevgili eşi Azime Abla telaşla geldi ve müdahale etti: "Ben eşiyim, neler oluyor?" diye.. Polisler onu da, arabaya bindirdiler ve yanıt verdiler: "Tabutun üstüne Türk Bayrağı örttünüz".. Yani bunu yapanlar çok büyük bir suç işlemişlerdi ve onlara da, gelen binlerce insana da, hadleri bildirilmeliydi, gözleri fena halde korkutulmalıydı.. Amaç buydu ve on'larca insan arabalara tıkıştırıldı, götürüldü.. Diğer yanda töreni organize eden, ressam ve heykeltraş Mükremin MUNGAN (Artık o, da yok) kendisini paralıyor, "Neler oluyor?, Neden insanları topluyorsunuz?" diye sorular sorup duruyordu.. Tabii bir arabaya da, o bindirildi.. Ben donmuş gibi olanları izlerken Sevgili Dostum Gazeteci Mustafa EKMEKÇİ yanıma geldi; elinde herzaman yanında taşıdığı not defteri ve kalemiyle.. "Emelciğim en yakında sen vardın, neler oldu? kimleri götürdüler?" diye benden bilgi almaya çalışıyordu, ışıklar içinde uyusun.. Gördüklerimi, gözümün önünde yaşanan şiddeti, hoyratlığı elimden geldiğince ona aktarmaya çalıştım.. Hemen sonrasında da, nereye götürüldüklerini bilmediğimiz arkadaşlarımızın akıbetini öğrenmek ve olayları takip etmek için birkaç arkadaş doğruca Cumhuriyet Gazetesine Sevgili Jülide GÜLİZAR'ın yanına gittik..(O da, ışıklar içinde uyusun).. Gazeteden Emniyet Genel Müdürlüğüne telefonlar açıldı, sorular soruldu ve sonunda aynı günün akşamı serbest bırakıldı arkadaşlarımız..

İşte böyle Hasan Ağabey.. Senin arkandan bunlar yaşandı.. Olsun.. Zaten biz de, sen de, bu ülkede neler yaşamadık ki.. Sana minnettarım.. Bıraktığın o harika şiirler için.. Ve bana seni tanıma, arkadaşın olma şansı verdiğin için.. Yıldızlar yağsın üzerine..

Tarihe kayıt düşmek ve sizlerle paylaşmak istedim.. Görüşürüz..

18 Ocak 2012 Çarşamba

PULSUZ DİLEKÇE.....




SEVGİLİ ANNE BABALAR,
BAKIN, KULAK VERİN, DİNLEYİN. ÇOCUĞUNUZ SİZE SESLENİYOR..

Değerli Bilim Adamı Profesör Doktor Atalay YÖRÜKOĞLU'nun anısına....

"Sevgili Anneciğim, Babacığım,

Bütün duygu ve düşüncelerimi dile getirebilseydim, size şunları söylemek isterdim:
Sürekli bir büyüme ve değişim içindeyim. Sizin çocuğunuz olsam da, sizden ayrı bir kişilik geliştiriyorum. Beni tanımaya ve anlamaya çalışın. Deneme ile öğrenirim. Bana ayak uydurmakta güçlük çekebilirsiniz. Oyunda, arkadaşlıkta, uğraşlarımda özgürlük tanıyın.

Beni her yerde, her zaman koruyup kollamayın. Büyümeyi çok istiyorsam da, ara sıra yaşımdan küçük davranmaktan kendimi alamıyorum. Bunu önemsemeyin. Ama siz beni şımartmayın. Hep çocuk kalmak isterim sonra. Her istediğimi elde edemeyeceğimi biliyorum. Ama siz verdikçe alamadan edemiyorum.
Bana yerli yersiz söz de, vermeyin. Sözünüzü tutmadığınızda sizlere güvenim azalıyor. Bana kesin ve kararlı davranmaktan çekinmeyin. Yoldan saptığımı görünce beni sınırlayın. Koyduğunuz kurallar ve yasakların hepsini beğendiğimi söyleyemem. Ancak, hiç kısıtlanmayınca ne yapacağımı şaşırıyorum. Tutarsız davrandığınızı görünce hem bocalıyor, hem de bundan yararlanmadan edemiyorum.

Öğütlerinizden çok davranışlarınızdan etkilendiğimi unutmayın. Beni eğitirken ara sıra yanlışlar yapabilirsiniz. Bunları çabuk unuturum. Ancak birbirinize saygı ve sevginizin azaldığını görmek beni yaralar ve sürekli tedirgin eder. Çok konuşup çok bağırmayın. Yüksek sesle söylenenleri pek duymam. Yumuşak ve kesin sözler bende daha iyi iz bırakır. "Ben senin yaşında iken ..." diye başlayan söylevleri hep kulak ardına atarım.

Küçük yanılgılarımı büyük suçmuş gibi başıma kakmayın. Bana yanılma payı bırakın. Beni korkutup sindirerek, suçluluk duygusu aşılayarak uslandırmaya çalışmayın. Yaramazlıklarım için beni kötü çocukmuşum gibi yargılamayın. Yanlış davranışım üzerinde durup düzeltin. Ceza vermeden önce beni dinleyin. Suçumu aşmadığı sürece cezama katlanabilirim. Beni dinleyin. Öğrenmeye en yatkın olduğum anlar, soru sorduğum anlardır. Açıklamalarınız kısa ve özlü olsun.

Beni yeteneklerimin üstünde işlere zorlamayın. Ama başarabileceğim işleri bekleyin. Bana güvendiğinizi belli edin. Beni destekleyin; hiç değilse çabamı övün. Beni başkalarıyla karşılaştırmayın, umutsuzluğa kapılırım. Benden yaşımın üstünde olgunluk beklemeyin. Bütün kuralları birden öğretmeye kalkmayın; bana süre tanıyın.

Yüzde yüz dürüst davranmadığımı görünce ürkmeyin. Beni köşeye sıkıştırmayın; yalana sığınmak zorunda kalırım. Sizi çok bunaltsam bile soğukkanlılığınızı yitirmeyin. Kızgınlığınızı haklı görebilirim, ama beni aşağılamayın. Hele başkalarının yanında onurumu kırmayın. Unutmayın ki, bende sizi yabancıların önünde zor duruma düşürebilirim.
Bana haksızlık ettiğinizi anlayınca açıklamaktan çekinmeyin. Özür dileyişiniz size olan sevgimi azaltmaz; tersine, arttırır. Aslında ben sizi olduğunuzdan daha iyi görüyorum Bana kendinizi yanılmaz ve erişilmez göstermeye çabalamayın. Yanıldığınızı görünce üzüntüm büyük olur.

Biliyorum ara sıra sizi üzüyor, belki de düş kırıklığına uğratıyorum. Bana verdiklerinizin yanında benden istediklerinizin çok olmadığını biliyorum.
Yukarıda istediğim istekler size çok geldiyse bir çoğundan vazgeçebilirim; yeter ki, beni ben olarak seveceğinize inancım sarsılmasın.
Benden, “örnek çocuk" olmamı istemezseniz, bende sizden kusursuz ana-baba olmanızı beklemem. Sevecen ve anlayışlı olmanız bana yeter.
Sizin çocuğunuz olarak doğmak elimde değildi. Ama seçme hakkım olsaydı,sizden başka kimsenin çocuğu olmak istemezdim... Sevgiler... Çocuğunuz...."

Bu harika Mektup Profesör Doktor Atalay YÖRÜKOĞLU'nun, "ÇOCUK RUH SAĞLIĞI" Adlı kitabının "Son Sözü"dür.. İstedim ki, birkez daha okunsun ve kayıt altına alınsın.. Prof.Dr.Atalay YÖRÜKOĞLU bence, ülkemizde kendi dalında, yani "Çocuk Ruh Sağlığı", "Gençlik Çağı ve Sorunları" konularında rakipsiz bir hekimdi.. Oğlumun da, benim de, yol göstericimiz ve sevgili dostumdu..
2.Ekim.2004 Yılında kaybettiğimiz Saygın bilim insanı:
Prof.Dr.Atalay YÖRÜKOĞLU'nu özlemle ve saygıyla anıyorum.. Işıklar içinde uyusun.. Görüşürüz..