27 Aralık 2011 Salı

MERHABA 2012... MUTLU YILLAR...






Yeni yıla girmeye o kadar az kaldı ki.. Nasıl heyecanlıyım bilseniz.. Yine bir telaş içinde yılbaşı hazırlığı yapmaya çabalıyorum.. Sanırım bu yeni yıl heyecanını ömrüm boyunca hep yaşayacağım.. Ama aslında bu çok güzel.. Sanki yaklaşan İlkbahar gibi.. İlkbahar gelirken nasıl da, yüreğimiz kıpır kıpır olur düşünsenize.. Ya da, aşık oluyorsunuz gibi.. Hani insanın kalbi tatlı tatlı çarpar, kendisini bir başka hisseder ya, işte öyle.. Anlaşılan ben de, bu yılbaşılara aşığım.. Her yeni yıl yaklaştığı zaman aynı tatlı heyecanı yaşamaya başlıyorum..
Aslında ilginç bir durum.. Bir yıl bittiğinde ertesi gün farklı bir evrene girilmiyor ki.. Yaşadığımız o günün de, yılın diğer günlerinden bir farkı yok ama, gelin bunu bana anlatın.. Bilirsiniz şöyle bir inanış vardır.. "Yaşananlar acısıyla tatlısıyla geçen yılda kalsın.. Yeni yıl, yeni umutlar, yeni beklentiler, yeni mutluluklar getirsin" denir.. Oysa yaşanan ne varsa eski yılda, yeni yılda da, sürer gider.. Doğrusu da bu zaten.. Yıllar arasında bir nokta yok ki, cümleyi bitiresin..
Ama yine de, ben kendimi kandırmaya devam edeceğim.. Eski yıl gitmek üzre.. Giderken de, ondan ricam, yaşanan bütün acıları, üzüntüleri, sıkıntıları yanında götürsün.. Yani bütün o yaşadığım, karabasandan geriye bir şey kalmasın..
Geçen yıl demişim ki, "2010'da yaşadıklarımı 2011'de yaşamak istemiyorum".. İyi ki, de, demişim.. Biri bana fena kızdı anlaşılan.. "Sen misin, 2010'da yaşadıklarını beğenmeyen?.. Ben sana daha beterini yaşatayım da, görürsün beğenmemenin ne demek olduğunu" dedi ve benim acılar, sıkıntılar ikiye katlandı.. Yapacak bir şey yok.. Başa gelenle başedeceksin, ayakta kalmak için.. Ben de, öyle yaptım zaten..
Ve işte bu yılı da, bitiriyoruz.. Her şeye rağmen, birinin kızmasını da, göze alarak, yine aynı şeyleri diliyorum..
Çekilen tüm acıları ve sıkıntıları geçtiğimiz yılda bırakmak ve yeni yılda biraz rahat nefes almak istiyorum..
Aslında Yılbaşılar bir yana da, ben yaşamın kendisine aşığım.. Acısıyla, sevinciyle her tür yanıyla o kadar güzel ki, yaşam.. Yalnız bu arada gözden kaçırdığım birşey var.. Biraz fazla tatsız bir konu.. Hani "yıllar gidiyor, aman ne güzel yeni bir yıla giriyoruz" diye seviniyorum ya, bu arada her yeni yılla birlikte bir yaş daha yaşlandığımı unutuyorum.. Çünkü yeni yılla birlikte benim doğum günüm de, geliyor.. Ne kadar sevimsiz bir konu değil mi?.. Neyse, gözden kaçırmaya devam edeyim en iyisi.. Yoksa hiç sevincim, heyecanım filan kalmayacak..
Benim yeni yıldan beklediklerim bunlar, rahat bir nefes, sevgi ve tabii ki, mutlaka sağlık.. Sağlık olmazsa hiçbir şeyin değeri yok inanın..
Ne kadar dilesem de, biliyorum ki, bu yıl ve bundan sonraki yıllarda da, yeryüzünden savaşlar eksik olmayacak.. Ölümler durmayacak.. Yine de, inadına B A R I Ş diyorum.. Ülkemde ve Dünya'da B A R I Ş... Tıpkı Büyük Önder Atatürk'ün dediği gibi "YURTTA SULH, CİHANDA SULH"..
Veee tüm Ailem, tüm sevgili Arkadaşlarım, tüm Sevdiklerim, Sizlere de, mutluluk, sağlık, huzur dolu gönlünüzce bir yıl diliyorum.. Yeni yılda da, birlikte olmak ve öykülerde buluşmak dileğiyle... (Seneye) Görüşürüz... (Şu kötü espriyi yapmadan geçemedim)..

21 Aralık 2011 Çarşamba

NOEL ÜLKEMDE VE DÜNYADA KUTLAYAN HERKESE KUTLU OLSUN..


Her Yıl Dünya'nın birçok bölgesinde 22 Aralık günü Noel Tatili Başlar ve 25 Aralık günü de, Hristiyanlar "Noel Bayramlarını" kutlar. Noel Bayramı Hristiyanların en önemli bayramıdır. Çünkü Hristiyanlar Noel'i İsa Peygamberin Doğum Günü olarak kabul eder.. Yarın Noel Tatili başlıyor.. Üç gün sonra da, Noel.. Ülkemde ve Dünyada kutlayan herkesin Noel Bayramını ben de, kutluyorum.. Tabii arkasından da, 31 Aralık Gecesi,
Y I L B A Ş I.... ŞİMDİDEN MUTLU YILLAR DİLERİM..

Yeni yıldan önce görüşmek dileğiyle..

5 Aralık 2011 Pazartesi

"O MAHUR BESTE ÇALAR, MÜJGANLA BEN AĞLAŞIRIZ"... ACI BİR ANI..


Ahmet KAYA'nın seslendirdiği bu şarkıyı bilirsiniz.. Sözleri Attila İLHAN'a, Bestesi Ahmet KAYA'ya ait olan bu şarkının kırık, acı veren bir anısı vardır bende.. Ne zaman duysan gözlerim dolar, ağlarım.. Özellikle de, yılın bu mevsiminde..
Seneler önceydi.. Bir kış akşamı birkaç arkadaş biraraya gelmiş, bir barda sohbeti paylaşıyorduk.. Birbirlerini çok seven ve çok iyi arkadaş olan sevgili arkadaşlarım Levent, Mahmut ve bazı gazeteci arkadaşlarımla birlikteydik..
Gece güzeldi, sohbet güzeldi.. Herkes mutluydu.. Ama Levent hiç de, mutlu görünmüyordu.. Belli ki, bir derdi vardı.. Aldığı alkolün de, etkisiyle kendisine, başını koyacak bir omuz arıyordu anlaşılan ve bu omuzun sahibi olarak da, beni seçmişti..
Levent iyi eğitimli, çok yakışıklı ve çok parlak bir erkekti.. Henüz 20'li yaşlarının sonlarındaydı ve etrafından güzel kızlar hiç eksik olmazdı.. Ama o akşam gerçekten dertliydi ve derdinin ne olduğunu da, kimse bilmiyordu.. Hepimiz geceyi sonlandırmaya ve evlerimize gitmeye karar vermiştik. Yalnızca Mahmut işine gidecekti.. Çünkü bir günlük gazetede çalışıyordu ve o gece nöbetçiydi.. Bardan kalktık ama Levent kendi evine gitmemekte direniyordu.. İlle de, benimle gelecek, benim misafirim olacak ve belki omuzumda ağlayacaktı.. Bunu çok istiyordu ve israr ediyordu..
Keşke kabul etseydim.. Ama etmedim.. Değil yürümek, ayakta bile durmakta zorlanan Levent'i Mahmut'la birlikte bir taksiye bindirip sürücüye evini tarif ettik.. Ve onu taksi şöförüne emanet ederek yolcu ettik.. Daha sonra da, Mahmut görevinin başına bizler de, evlerimize doğru yola çıktık..
O gece bazı planlar da, yapmıştık.. Yılbaşı yaklaşıyordu ve biz yeni yılı hep birlikte karşılayalım diye düşünüyorduk.. Bir aya yakın bir süre vardı yeni yıla girmeye.. Bu arada haberleşip, programımızı kesinleştiririz diye de, sözleştik.. O, bir ay içerisinde Levent ya da, Mahmut beni arayacakdı.. Ama kimse aramadı beni.. Yılbaşı geçti... Kırılmıştım onlara.. Neden, aramamışlardı ki?..
Yeni yılın ilk günleriydi.. Mahmut'tan bir telefon geldi.. Tabii ki, sitem ederek karşıladım onu.. Üstelik merak da, etmiştim.. Mahmut konuşmaya çalışıyordu ama sesi yoğun bir üzüntünün, acının izlerini taşıyordu sanki.. Şaşırmıştı; ben "Neden aramadınız?" diye sitem edince.. "Haberin yok mu?" dedi.. Ben de, şaşkındım, çünkü ne olduğu konusunda hiçbir fikrim yoktu.. Ve sonunda Mahmut yüreğimi paramparça eden acı haberi verdi...
O gece taksi şöförüne evini tarif edip de, yolcu ettiğimiz, ayakta bile durmakta zorlanan Levent, Apartmanın 5.katından merdiven boşluğuna düşerek hayatını kaybetmişti maalesef.. Bunu duyduğum andaki üzüntümü anlatamam.. Henüz 28 yaşındaydı.. Çok parlak bir gelecek onun olabilirdi.. O, etrafına ışık saçardı çünkü.. Ama gitmişti, yoktu işte..
O gün Mahmut'la biraraya geldik ve dayanılmaz acımızı yaşadık sabaha kadar.. Teyp'de Ahmet KAYA durmadan o şarkıyı söylüyordu: "O Mahur beste çalar, Müjganla ben ağlaşırız".. Ahmet KAYA söyledi, Mahmut'la ben ağlaştık, günün ilk ışıklarına kadar.. İkimiz de, anlatılmaz bir acıyı ve pişmanlığı paylaşıyorduk..
O diyordu ki: "Keşke yalnız göndermeseydim. Ben götürseydim evine kadar"...
Ben de, diyordum ki: "Keşke izin verseydim.. Benimle gelseydi.. Şimdi yaşıyor olacaktı"...
Ama bu "keşke"lerin hiçbir önemi kalmamıştı artık.. Çünkü Levent, bizi pişmanlıklarımız, keşkelerimiz ve acılarımızla başbaşa bırakıp gitmişti..
Bu acı anı uzun zaman önce, yine yılın bu mevsiminde yaşanmıştı..
Şimdi yine bir yılbaşı gelmek üzre.. Ben hala o 'keşke'nin acısını tüm ağırlığıyla yüreğimde taşıyorum..
Mahmut artık böyle bir acı taşımıyor yüreğinde.. Çünkü bir zaman sonra da, onun o güzel yüreği acılara, yaşananlara daha fazla dayanamadı ve durdu.. O da, gitti.. O da, artık yok.. Ve o da, 40'lı yaşlarının henüz başındaydı gittiğinde..
Ahh be, Sevgili Arkadaşlarım.. Aceleniz neydi?.. Neden bu kadar erken gittiniz?..
Birazdan yine, "O Mahur beste"yi dinleyeceğim ve tek başına ağlayacağım.... Belki de, gün doğana kadar......     Görüşürüz.......

28 Kasım 2011 Pazartesi

NAMUSLU OLMASAYDINIZ KARDEŞİM.. ÇALIINNN...

Herkes şikayet ediyor..
Bu sistem soygun düzeni üzerine kurulu, soyuluyoruz diye..
Doğru.. Sistem, bireyleri onlara sezdirmeden, bazen de, göz göre göre soymaya programlanmış..
Yani devlet, açık açık hırsızlık, soygunculuk yapıyor.. Kendi vatandaşını soyup soğana çeviriyor.. Peki nasıl soyuluyor vatandaş?..
Örneğin bir soyulma şekli şu: Elektrik Faturaları..
Elektrik uygar dünyanın yaşamsal anlamda ihtiyaç duyduğu çok önemli ve değerli bir enerji kaynağı.. Artık evlerimizde, işyerlerimizde herşey elektrikle çalışıyor.. Yani uygar yaşam, elektrik enerjisi olmadan asla düşünülemiyor.. Ve tabii bu enerji kaynağını kullanmanın da, bir bedeli var. Üstelik çok pahalı bir bedel.. Çünkü elektrik enerjisini temin etmek oldukça pahalı ve zahmetli bir uğraş gerektiriyor..
O nedenle de, her ay dünyanın faturasını ödüyoruz elektriğe.....
Tabii hiç kimse gelen elektrik faturalarını incelemiyor. Yalnızca ödenmesi istenen meblağı ödüyor..

Kazara faturayı inceleyince de, şaşkına dönmemek olanaksız..
Meğer biz "elektrik bedeli" adı altında neler ödüyormuşuz da, farkında değilmişiz.. Örneğin:
-"PSH SAYAÇ OKU.B",
-"KK"BEDELİ",
-"T.R.T.PAYI".. Acaip bir ödeme kalemi daha,
-"İLET.SİS.KUL.BED"!!, (Ne olduğunu bilen var mı?)....
Bunlara benzer bir sürü, ne olduğu belirsiz ödeme kalemi gibi "KK"BEDELİ"nin de, ne olduğunu kimse bilmiyor.. Çünkü kurnazlık yapan Elektrik Şirketi kimse ne ödediğini farkedip de, itiraz etmesin diye bu ödeme kalemini yalnızca, "KK"BEDELİ" olarak belirtmiş..
Elektrik Şirketinden daha uyanık birisi de, merak etmiş ve "KK BEDELİ"nin ne olduğunu araştırmış.. Acı gerçek de, böyle ortaya çıkmış zaten.. O, Çok Güzel! Aptal yerine konduğumuz ve Soyulduğumuzun belgesi olan trajik gerçekse şu:

"KK" yani "KAYIP KAÇAK".. Peki ne demek bu "KAYIP KAÇAK??. Şu demek: Elektrik Hırsızları, Şereften Yoksun, Alçaklar, demek.. Yani, "Kaçak Elektrik Kullananlar" demek..

Tamam; hırsızlık genlerinde olan, kendilerini herkesten akıllı ve uyanık olarak gören bazı onursuzlar bu çok pahalı üretimi çalıyorlar..
-Peki bu durumda Elektrik İdaresi ya da, resmi makamlar ne yapıyor??.. O hırsızların peşine düşüp yaptıklarının hesabını soruyor mu?.
-Hayır.. Sormuyor.. Çalınan elektriğin parasını bu hırsızlardan tahsil etmek için bir çaba sarfediyor mu?.
-Hayır.. Etmiyor.. -Neden?. -Çünkü haklılar!!..
-Neden kendilerini yorup o hırsızlarla uğraşsınlar ki?.. Nasıl olsa diğer yanda da, her ay düzenli ödemesini yapan namuslu insanlar var.. Onların faturasına çaktırmadan bir ödeme kalemi daha ilave edersiniz, böylelikle de, namussuzların çaldıklarının bedelini namuslulardan tahsil etmiş olursunuz....
Ne güzel fikir değil mi??....
Namuslu olmanın da, bir bedeli var bu ülkede gördüğünüz gibi..
Hem de, ağır bir bedel.....
Şikayet etmeyin kardeşim!.. Siz de, çalın, çırpın, gasbedin!.. Madem sistem sizi soyuyor, üstelik salak yerine de, koyuyor, o zaman göze göz, dişe diş..
Siz de, sistemi soyun!!..
Şimdi oldu işte!.. Umarım herkes mutludur.. Zaten soyulmak birşey değil de, asıl asabımızı bozan sersem yerine konmak!..mı, acaba??..

Bu nasıl bir çelişkidir?.. Namuslu, yasalara saygılı bir yurttaş olursun; düzen tarafından soyulursun, kullanılırsın, sömürülürsün.. Ulusal ya da, uluslararası başarılar kazanan bir sporcu ya da, sanatçı olursun, bazı çevreler seni ayağından çekip yerin dibine sokmak, başarını yok saymak hatta karalamak için elinden geleni ardına koymaz.. Yani her başarının mutlaka bir cezası vardır..
Anlaşılan bu ülkede namuslu olmak da, başarılı olmak da, suç kardeşim... Olmaaa!.. İşte bu kadar.. Onca haksızlıktan, adaletsizlikten sonra bireylerin geldiği nokta bu mu, olmalı?..... Görüşürüz.....

27 Kasım 2011 Pazar

ANLAMLI BİR ÖYKÜ... VE BİR "SANATÇI-İNSAN" PORTRESİ..


Yıllar önceydi.. Oğlumun özel eğitim gördüğü okuldaki öğretmeni bir gün şöyle dedi: -"Ben Lösemili Çocuklara faydalı olmak için LÖSEMİLİ ÇOCUKLAR VAKFI, LÖSEV'de gönüllü olarak çalışıyorum.. Onların tedavilerine katkı yapabilmek amacıyla bir gece düzenleniyor. Sizden ricam, bu gecede lösemili çocuklarımızın sergileyeceği bir tiyatro oyunu hazırlamanız"..
Tabii ki, böyle bir istek karşısında boynum kıldan inceydi.. Hemen kolları sıvadım ve ne yapabileceğimi düşündüm.. Ama bir sorun vardı.. Ben hiç reji çalışması yapmamıştım. Herhangi bir metni hiç oyunlaştırmamıştım.. Bu çalışmalar benim yapabileceklerimin, becerilerimin dışındaydı.
Birden ömrünü tiyatroya adamış, güzel yüreği tiyatro için çarpan bir arkadaşım geldi aklıma.. Ondan yardım istemeliydim.. İstedim de.. Koşarak geldi.. Hemen iki fıkrayı oyunlaştırdı ve getirdi.. Artık çocuklarla tanışma zamanı gelmişti..
Sevgili Arkadaşımla birlikte doğruca Ankara / Dışkapıdaki SSK Hastanesine, lösemili çocuklarımızın tedavi gördüğü servise gittik.. Doktorlar, hemşireler ve kimi çocuklarımızın anne ve babaları bizi bekliyordu.. Bekleyenlerin içinde en heyecanlı olanlar da, çocuklardı tabii.. Arkadaşım çocukları çalıştırma, yani oyunu sahneleme görevini zevkle üstlenmişti.. Ben de, ona yardım edecektim.. Doktorlar bizi uyardı.. Onları fazla yormamalıydık, uzun süre çalışamazlardı.. Hastalıkları buna izin vermiyordu.. Zaten oyunlar da, 30'ar dakika olarak düzenlenmişti..
Sanırım en büyüğü 15-16, en küçüğü 9-10 yaşlarında 10-12 çocuk vardı çalışmaya katılan.. Doktorların verdiği ön bilgi lösemili bir çocuğun, yapılan tedavi işe yaramazsa en fazla 15-16 yaşına kadar yaşayabileceği şeklindeydi.. Söylediklerine göre ölümleri de, son derece acılı ve dayanılmaz oluyordu.. Yani biz, o gün hastanede tanıştığımız çocukların birkaçını belki de, bir daha göremeyecektik. Bazılarını o gün son kez görüyor olabilirdik..
Bu durum herkesin kaldırabileceği bir gerçeklik değildi.. Çalışmaya başlamak için, sevgili arkadaşım provalara ayrılan odaya, çocukların yanına girdi veee kısa bir süre sonra da, ağlayarak kendisini dışarı zor attı.. "Ben bir daha oraya giremem" dedi ve gitti.. Yumuşacık, duygulu yüreği bu kabullenilmesi zor ve ağır gerçekliğe daha fazla dayanamamıştı..
Öylece kalakalmıştım.. Yapılması gereken çok özel ve önemli bir görev vardı ve iş başa düşmüştü.. Yani çocukları çalıştırmak, onları sahneye hazırlamak zorunlu olarak bana kalmıştı..
Gülümsemeye gayret ederek içeri girdim ve heyecanla bekleyen çocukların yanına oturdum.. Benimkisi derinliğini bilmediğim bir suya balıklama atlamak gibi bir şeydi.. Yani boynumu da, kırabilirdim o atlayışın sonucunda..
Arkadaşım zaten oyun metinlerini hazırlamıştı.. Ben de, kendi bildiklerimden ve deneyimlerimden yola çıkarak el yordamıyla bir çalışma yapacaktım çaresiz.. Aslında benim de, elim ayağım titriyordu ama belli etmemeye çabalıyordum.. Karşımda, ışıl ışıl parlayan gözlerle bana bakan bu güzel çocukların ölümcül bir hastalığa sahip olduğunu önce ben unutmalıydım ki, onlar da, unutabilsin, kısacık bir zaman diliminde bile olsa.. Onları bir oyunun provasına katılan "amatör sanatçılar" olarak görmeliydim..
Çocuklar çok istekli ve hevesliydi.. Okuma provasına başladık.. Bir yandan da, gözüm yavrularımın üzerindeydi, yormamaya örselememeye çalışıyordum.. Çalışma başlayalı bir saati geçmişti ama hiçbir çocukta yorgunluk, bıkkınlık, rahatsızlık belirtisi yoktu.. Tam tersine, büyük bir hevesle, son derece dinamik ve neşe içinde çalışıyorlardı.. Arasıra doktorlar çocukları gözetlemek için kapıdan şöyle bir bakıyorlar ve ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı..
Yapamayacağım diye çok korkmuştum ama, nasıl becerdim hala bende bilmiyorum, hep birlikte başardık.. Çocukların inanılmaz keyfi ve coşkusu bana da, direnme ve başarma gücü vermişti.. Zaten kısa bir süre kalmıştı yapılacak geceye.. Bir kaç kez daha çalıştıktan sonra artık sahneye çıkmaya hazırlardı..
Doktorlar o kadar çok şaşırdılar ki, çocukların bu direncine ve başarısına; O Gün şöyle Demişlerdi: "Bu çalışmayı yapmakla onlara nasıl bir güç ve yaşama sevinci verdiğinizi bilemezsiniz.. Bunu biz başaramıyoruz"..
Aslında ben birşey yapmamıştım.. Tiyatronun sihirli değneği değmişti onlara..
Kısa süre sonra LÖSEMİLİ ÇOCUKLAR VAKFI, LÖSEV yararına yapılan gece Ankara'daki ünlü otellerden birinde gerçekleşti.. O gece çocuklarımın yanında olamadım ne yazık ki.. Onların sahnedeki başarılarını seyredebilme ayrıcalığını yaşayamadım maalesef.. Ama sevgili arkadaşım onlarla birlikteydi.. Ne kadar başarılı olduklarını, herkesin ne kadar çok beğenisini kazandıklarını ve nasıl mutlu olduklarını anlattı.. işte size tanıtmaya çalıştığım sevgili Arkadaşım yüreği bugün de, hala tiyatroyla çarpan "BİR SANATÇI VE İNSAN" sevgili Adnan ÇELİK, seni de, sevgiyle selamlıyorum ve teşekkür ediyorum..

Aradan bir süre geçmişti..



Bir alışveriş merkezindeydim.. Arkamdan birisi sesleniyordu, "Hocam" diye.. Döndüm baktım.. O müthiş çalışmaya katılan en büyük çocuklardan birisiydi seslenen; yanında da, annesi.. Düşünün, o hala hayattaydı ve ben onu bir kez daha ağzında maskesiyle ama dimdik ayakta görüyordum.. Acılı annesi ise bana minnet dolu gözlerle bakıyordu.. Kimbilir belki de, Sevgili Adnan ÇELİK ve ben kısacık ömürlerinde onların mutlu dakikalar geçirmelerine neden olmuştuk.. Hatta yaşama isteklerini tazelemelerine, güç kazanmalarına ve belki de, amansız hastalıklarına karşı inatla direnmelerine sebep olmuştuk .. Belki tiyatro'nun büyülü etkisi sayesinde ömürleri uzamıştı az da, olsa..
Zaten, ömür dediğiniz nedir ki.. Mutlu geçireceğiniz birkaç dakika değil mi?.. İşte böyle.. Geçmişten çok özel bir anı.. Görüşürüz..

24 Kasım 2011 Perşembe

ANLAMLI BİR ÖYKÜ... "NE MUTLU BANA ÇALMIŞLAR"..


Hani Facebook, Tweeter gibi sosyal sitelerde tweetlerimiz Retweet edildiğinde yani başkaları tarafından da, kullanıldığında, ya da, paylaşımlarımız beğenilip arkadaşlarımız tarafından da, paylaşıldığı zaman seviniyoruz. Beğenilmenin, iltifat görmenin, bir tür ödüllendirilmenin mutluluğunu yaşıyor, keyfini çıkarıyoruz öyle değil mi... İnsan böyle birşey işte.. Beğenilmek vazgeçilmez bir istek, bir gururlanma, övünme vesilesi.. Hele bu insan bir sanatçıysa, beğenilmek onun için neredeyse yaşamsal bir gereklilik.. Örneğin sahne sanatçıları için seyircinin alkışı dünyanın en büyük ödülüdür.. Bir sahne sanatçısı alkışsız yaşayamaz.. Sergilediği gösterinin sonunda alkışlanan sanatçı bütün yorgunluğunu unutur ve dünyanın en mutlu insanı haline gelir.. Biliyorum çünkü bizzat yaşadım..
Peki bu sanatçı bir ressam, bir yazar ya da, bir fotoğraf sanatçısıysa...

İşte, tam burada sizlerle hiç unutmadığım bir anımı paylaşmak istiyorum.. Yıllar önce sahibi olduğumuz Sanat Kültür Merkezimiz (ANKARA)SANATEVİ'nin Sanat Galerisinde ünlü bir fotoğraf sanatçısının "Renkli Fotoğraf" sergisini açmıştım. Sergideki eserlerin arasında harika bir fotoğraf vardı. Ustaca bir teknikle büyütülmüş kibrit fotoğrafı.. Serginin en güzel fotoğraflarından biriydi ve izleyenlerin büyük ilgisini çekiyor, çok beğeniliyordu.. Birgün, Galeride görevli sekreter bembeyaz bir yüzle geldi ve bu fotoğrafın duvardaki yerinde olmadığını söyledi.. Şimşek hızıyla Galeriye koştum. Gerçekten duvar boştu, fotoğrafın yerinde boş bir çivi duruyordu.. Maalesef bu harika fotoğraf, onu korumakla görevli sekreterin sorumsuzluğu ve görevini iyi yapamaması yüzünden çalınmıştı.. Ama asıl sorumlu bendim. Çünkü ben Kültür merkezinin ve Galerinin sahibiydim ve sanatçı benimle anlaşıp bu sergiyi bana emanet etmişti..

Düştüğüm durum hiç iç açıcı değildi.. Hem kendi adıma, hemde kurumum adına çok zor bir duruma düşmüştüm. Bu hırsızlık duyulduğu takdirde insanların SANATEVİ'mize karşı bir güvensizliği oluşacaktı ki, bu da, hiç hoş bir sonuç değildi..
Sorumsuz Sekretere kapının önü gösterildikten sonra, Fotoğraf sanatçısını aradım ve Galeri Kolleksiyonumuz için fotoğrafını satın almak istediğimizi ilettim. Tabii sevgili sanatçım, satmak değil hediye etmek konusunda israr etti ama ben satın almaya daha doğrusu hatamızı bu şekilde telafi etmeye kararlıydım.. Ne dediysem olmadı.. O da, fotoğrafı hediye etmekte direniyordu.. Sonunda, sanatçıma fotoğrafının çalındığını utana sıkıla itiraf etmek zorunda kaldım.. Gördüğüm tepki inanılmazdı.. Sanatçım bu habere çok sevindi, mutlu oldu... Düşünebiliyor musunuz?... Ben bir kınama beklerken, üzülen ve kızan bir insan göreceğimi zannederken, neredeyse bu haberden dolayı teşekkür aldım sanki..
... Ve bana şöyle dedi: "Düşünün birisi benim fotoğrafımı çok beğeniyor, ama satın alacak parası yok.. O kadar çok beğeniyor ki, çalıyor, çünkü fotoğraftan vazgeçemiyor, hırsızlığı göze alıyor.. Bir sanatçı için bundan büyük ödül olur mu?".....
Ben sulu gözlü biri oldum.. O zaman da, şaşkınlık ve sevinçten gözlerim dolmuştu.
Şimdi ise resmen ağlıyorum hatırlayınca o anları.... İşte sanatçı budur.. Umarım yeterince tarif edebilmişimdir..
Fotoğraf Sanatçısı İzzet KERİBAR'ı sevgiyle, saygıyla selamlıyorum..... Görüşürüz..

27 Ekim 2011 Perşembe

FUHUŞ YAPMAYACAKTINIZ!!!!..... Yaaa....

Başlık neden böyle biliyor musunuz? Çünkü bazı insanlar şöyle diyor: "Van Depremi Fuhuş yüzünden oldu. Allah fuhuş yapılıyor diye cezalandırdı".......

 Veya üç binanın ikisi yıkılmış ama bir bina sapasağlam ayakta duruyor. Bu da "allahın işi" aşağılık, hırsız müteahhitin işi değil..
 İşte böyle.. Yani onca insan ahlak dışı davrandığı için tanrının gazabına uğramış..

Anadolu yarımadasının hemen her bölgesi deprem kuşağı üzerinde. Van şehri de, bu kırıklardan birisinin üstünde. Yani deprem olması kaçınılmaz.. Ama, "deprem fuhuş yüzünden, ahlaksızlar yüzünden oldu" diyen maalesef! ki, yurttaşım!, Doğru.. Gerçekten bazı insanlar ahlaksız!, namussuz!, aç gözlü! olduğu için Van depremi bu kadar yıkıcı ve öldürücü oldu..  
Ama bunlar fuhuş yapan ya da, yaptıran ahlaksızlar değil, Fay hattı üstüne, insan yaşamını değil de, kârını, kazanacağı parayı düşündüğü için malzemeden çalarak, betonarme görünümlü, kumdan, çürük evler yapan müteahhit, bu çürük yapılara, yan cebine rüşvet konduğu için onay veren yapı denetim kurumu elemanları veee en son da, rüşvetin aslan payını alan ve bu tabut evlere izin veren belediyeler...

Yani, Bermuda şeytan üçgeni değil, "Türkiye Çete Üçgeni".. Biz bu çeteyle daha önce de, karşılaştık. Binlerce insanın öldüğü, binlercesinin de, sakat kaldığı Marmara depreminde de, aynı Organize Çete başroldeydi. Yani deprem kuşağı üstündeki ülkemizin her bölgesinde bu üçgen karşımıza çıktı...
İşte ahlaksız da, bunlar, namussuz da, bunlar, alçak ve aşağılık katiller de, bunlar.. 7.2 şiddetinde bir deprem sonrasında koca bir şehir yerle bir oluyor, yüzlerce insan enkaz altında kalıyor ve arkasından inanılmaz bir kakafoni başlıyor.. Birileri üzüntü içinde ne yapması gerektiğini düşünüp hemen yardım için kollarını sıvarken başka birileri de, içlerindeki tüm ırkçılığı, ayrımcılığı ortaya saçarak, olaydan duydukları memnuniyeti en iğrenç nefret söylemleriyle gösteriyor...

Bazıları da, bu durumdan kendisine fayda sağlamaya çalışıyor ve acı içinde izlediğim korkunç görüntüler ortaya çıkıyor. Gelen yardım kamyonları TIR'lar hoyratça yağmalanıyor, el konuluyor ve zavallı depremzedeye satılmaya çalışılıyor. Hep aramızda kol gezen ahlaksız namusuzlar felaketi fırsata çevirip kazanç elde etmeye çalışıyor. Bunu yaparken de, her türlü yalanı, dini, imanı ne kadar kutsalımız varsa hepsini kullanıyorlar. Bu arada herşeyini kaybeden kış başında tek başına ortada kalan insanlar, soğuğun, yağmurun, karın altında aç, susuz, üşüyerek hayata tutunmaya çalışıyor.

Onlara en önce yardım götürmesi ve felaketzedelerin yaralarını sarması gereken bir kurumumuz var. Bilirsiniz adı KIZILAY. Yani herkesin yakından bildiği, yağma, talan ve soygunun uzuunn yıllardır sürdüğü, bu nedenle de, artık kimsenin güvenmediği bir kurumumuz KIZILAY... Düşündükçe dehşete kapılırım. Bu kadar eski ve Kocaman bir yardım kurumu nasıl bu hale gelmiştir. Bağışlananların paylaşıldığı, satıldığı, depolarda çürütüldüğü, yine bağışlanan kanların atıldığı, döküldüğü, maalesef çürümüş, kokmuş bir kurumumuzdur KIZILAY.. Bölgeye yardım götürürken nasıl bir ulaşım ve dağıtım güvenliği sağlandıysa! Kızılay'ın tam 17 TIR'ı ve bir Çadır Kent'i yağmalanıyor ve ihtiyaç sahiplerine ulaştırılamıyor. Bunu da, bizzat büyük bir acz içinde, Kızılay Genel Başkanı açıklıyor. Belediyenin bir yardım kamyonunun nasıl vahşice yağmalandığına ise canlı yayında ben tanık oldum..

Görünen tablo çok iç karartıcı.. Doğal felaketlerle içiçe yaşadığımız bu coğrafyada hiç bir güvenliğimiz ve garantimiz yok. Güveneceğimiz sırtımızı dayayacağımız kurumlar tel tel dökülüyor.. Bu çürümüş kurumların dayanılacak bir yanı kalmamış.. İnsanların bir kısmı ise vicdan ve merhametten tamamen yoksun..Üstelik yüreklerini de, kurum bağlamış.. Van'da enkaz altında kalıp ölenler için, neredeyse zil takıp oynayacaklar.. Sevinçlerini saklama gereği de, duymuyor, büyük bir küstahlıkla gösteriyorlar.. Bana gelince, üzgünüm, kırgınım, öfkeliyim, hemde, çookk... Görüşürüz... Daha güzel ve ışıklı günlerde....

7 Eylül 2011 Çarşamba

KADINLARA KIYMAYIN EFENDİLER.. ONLAR DA, MUTLU YAŞAYABİLSİN..




Hemen hergün neredeyse, bir kadın cinayeti, şiddete maruz kalan bir kadın haberi yer alıyor yayın organlarında.. Gün geçmiyor ki, kurtulunmak istenen bir "eski kocanın" vahşetini, cinayetini duymayalım.. Bu eski kocalar bırakılmayı, terkedilmeyi bir türlü hazmedemeyip, çareyi kadınları dövmekte, öldürmekte buluyor..
O nedenle de, benim "Katil Kocalar" diye isimlendirdiğim yeni bir tür ortaya çıktı. Bu cinayetler o kadar çok arttı ki, doğrusu sebebini merak edip biraz düşündüm.. Çünkü bu kocalar, bu kadınlar ve bu evlilikler hep vardı.. Ama kocalar kadınları yol ortalarında herkesin gözü önünde delik deşik edip öldürmüyordu..
Peki neden? Ne olmuştu da, özellikle son yıllarda kadın cinayetleri bu kadar çok artmıştı?..
Şöyle bir sonuca vardım.. Dinleyin bakın.. Bizim bir önceki kuşağımız yani annelerimiz, evlilikleri boyunca karşılaştıkları her tür sıkıntıya, üzüntüye, mutsuzluğa göğüs gerdiler.. Kocaları onları aldattı, ses çıkartmadılar. Belki aç bıraktı, ses çıkartmadılar.. Şiddet gördüler, dövüldüler, horlandılar yine ses çıkartmadılar.
Bu onların kişiliksiz ya da, zavallı olmalarından kaynaklanmıyordu. Onlarında kendilerine göre sebepleri vardı.. Bir kere aile yapıları evliliklerini bitirmelerine engeldi. Boşanıp baba evine geri dönemezlerdi. Çünkü babaları onlara şöyle demişti:
"Bu evden ya gelinliğinle çıkarsın, ya da, kefeninle".. Yani baba o kadını evine bir kere daha kabul etmezdi. Çok önemli bir gerekçe daha vardı. Ne yazık ki, okutulup bir meslek sahibi yapılmayan, ekonomik bağımsızlığı olmayan, kendi ayakları üzerinde duramayan kadınlar ne kadar mutsuz olsalar da, kocalarına muhtaçtı. Onlara verilen terbiyede, erkeklerin eşlerine bakma görevi olduğu öğretilmişti.
İşte bütün bu nedenler biraraya gelince, o nesil evliliğini bitiremedi, boşanamadı ve mutsuz bir hayata, yani kaderine razı oldu.. Ama herşey gibi bu acı kader de, değişti.. Çünkü sonraki kuşak annelerinin yaşamından kendilerine ders çıkarttı ve ekonomik bağımsızlığını sağlamak, kendi ayakları üzerinde güçlü bir şekilde durabilmek için elinden geleni yaptı. Bunu da, başardı. Hem kendisine hem de, çocuklarına sahip olmayı bildi. Yaşamını sürdürmek için bir erkeğe, ya da, kocasına ihtiyacı olmadığını gösterdi..
İşte kıyamet de, burda koptu.. Kocalar küplere bindi!!.. Hiç böyle şey olur mu canım?? Şu zavallı! kadının bana nasıl ihtiyacı olmaz??.. Ben kocayım, erkeğim.. Severim de, döverim de, yüzünü gözünü morartır, orasını burasını kırarım, bunlarla da, yetinmez bir de, aldatırım... Ben bunların hepsini yapacağım ve bu kadın benimle oturmaya devam edecek. Ne demek gitmek?! Beni terketmek!! Olur mu?? Ben vazgeçilmezim!!, Ben terkedilemem!! O kadın kendisini ne sanıyor da, beni terkediyor?? Ben adamı naaparım?? haaa?! Fena yaparım!!.. Ben ona ne yaparsan yapayım, o kadın ya benimdir, ya da, toprağın!! İşte o kadar!!..
Yaaa, işte böyle.. Bütün bu acı gerçekler ve erkeklerin, 21.yy'da yaşadığımızı hatırlamamaları (çünkü onlar geçen yüzyıllarda, büyük bir kısmı da, ortaçağ'da kalmış) ve kadınların artık onlara mahkum olmadığı gerçeğini bir türlü anlayamamaları, üstelik bunu kabullenememeleri yüzünden hergün bir kadın cinayeti haberi duyuyoruz.
Yaşamda kazanılan herşeyin, ödenen bir bedeli vardır. Bu bedellerin en ağırı ve telafisi imkansız olanı da, tabii ki, insan yaşamıdır.. Bir gün bu katil kocalar, kadınların onlardan ayrılma ve kendi özgür yaşamlarını kurma hakkına sahip olduklarını kabul etmeyi öğrenecekler ve kadına yönelik şiddetle, onu öldürmekle kadının kendi özgür yaşamını kurma isteğinden vazgeçmeyeceğini mutlaka kabulleneceklerdir..
Bunu da, öldürülen onlarca kadına borçlu olacağız... Anıları önünde saygıyla eğiliyorum.. Görüşürüz..

29 Ağustos 2011 Pazartesi

EY KÜFÜRBAZLAR.. AĞZINIZA BİBER Mİ SÜRMELİ..


20.yüzyılın en önemli yazarlarından biri olan Alman Yazar Thomas MANN diyor ki: "Milliyetçi olmak için belirli bir derecede zihinsel engelli olmak lazım".. Bu cümleyi her okuyuşumda sinirleniyorum, üzülüyorum ve inciniyorum.. Milliyetçi olduğum ve kişiliğime hakaret edildiği için değil.. Zihinsel engelli olmayı hakaret olarak gören anlayış, beni üzen ve inciten.. Zihinsel engelli olmak için bir beyin hasarına sahip olmalısınız ve yanısıra gelişememiş, ya da, az gelişmiş bir zeka düzeyine tabii ki.. Böyle bir insanın da, siyasi ideolojisini kendisi şeçip benimseme yetisine sahip olamayacağı ortadadır..

Peki o zaman bu özellik neden Thomas MANN gibi önemli bir yazar tarafından hakaret olarak kullanılır?. Değerli Arkadaşım Yazar, Şair Abdullah NEFES benim bu konuda duyarlı olduğumu bildiği için nezaket gösterip bir açıklama yapma gereğini duydu. Diyor ki,"Bir tercüme hatası olabilir.. Yani "Zihinsel engelli" değil de, "Aptal" demek istemiş olabilir".. Umarım o haklıdır..

Diyelim ki, Mann'in cümlesi yanlış tercüme edildi.. Ama ben kendi toplumumda hergün heryerde kimbilir kaç kere bu nitelemeyi duyuyorum. Yani en başta gelen hakaret sözcüklerimizden birisi "Geri zekalı", nedense??.. Sokakta ya da, televizyonlarda bile umarsızca kullanılan amiyane tabiriyle bir küfür bu niteleme.. Birisi geri zekalıysa bu onun suçu, kusuru veya utanılacak bir özelliği değildir. Çünkü böyle olmayı o seçmemiştir.. Ne yazık ki, bir şekilde öyle olmuştur ve bu aslında hakaret sözcüğü değil acı veren bir durumdur..

Ben neden bu konularda duyarlıyım?.. Çünkü ben "Zihinsel Engelli" bir evlada sahibim.. Sakın yanlış anlaşılmasın.. Zihinsel engelli bir çocuğa sahip olmak bende herhangi bir kompleks'e sebep olmadı. Bütün bu acıların ve sonuçlarının üstesinden geldim.. Evladımın özel durumunun ruhumda derin yaralar açmasına izin vermedim.. Benim canımı sıkan, bu insanlara yapılan saygısızlık, aymazlık.. Onlarla sanki alay etmek.. Ciddiye almamak.. Ve onların özel durumunu sövgü jargonumuza dahil etmek.. Tabii Küfür ve sövgüden nefret etmem de, en başta gelen sebeplerden birisi..

Sövgü jargonumuz dedim de, aklıma geldi.. Biz toplum olarak küfür etmeye ya da, daha da, ileri gidip sövmeye çok meraklıyız.. Hatta bayılıyoruz küfür etmeye.. Genellikle iki lafımızdan biri küfür ya da, sövgü.. Bu konuda sabıkalı olduğumuzdan kimsenin şüphesi olmasın..
Sövgü objelerimizin en başında da, analarımız bacılarımız ve eşlerimiz geliyor. Yani düşünebiliyor musunuz?. Bizim gibi her konuda muhafazakar, hatta tutucu olmakla ünlenen, övünen bir toplum küfretmek için ağzını açınca ne ana kalıyor, ne avrat, ne de, bacı.. Bu nasıl bir çelişkidir?.. Nasıl bir mantıkdır?.. Bunun farkında mısınız?..

Küfür etmek, ya da, sövmek acizlerin, yetersizlerin başvurduğu bir davranıştır.. Zat'ı muhterem'in bir şeyi anlatmak için bilgisi, eğitimi, kültürü, kelime haznesi yetersizdir.. Belki de hiç yoktur.. O da, yapabildiği en iyi şeyi yapar küfreder, söver..

Aslında farkettiğim bir şey daha var.. Her nekadar Küfür ve Sövgüyü bir alt kültür davranışı ve erkeklere özgü olarak tanımlasak da, bakıyorum, iyi yetişmiş, eğitimli kişiler de, kadınlar da, pekala öyle bir küfrediyorlar ki, İnsanın demek ki, bu durum genetik diyesi geliyor..
Bu rahatsız edici konuyu sevgili arkadaşım Abdullah NEFES'le konuşurken, dedi ki,"Kendi aramızda konuşup da, yakınacağımıza yazalım ve yaygınlaştıralım. Ben de oturdum derdimi yazıya döktüm. Yani yazma fikri değerli dostum Abdullah NEFES'e aitti..

Son olarak diyorum ki, Belli ki, küfür ve sövgüyü hayatımızdan çıkarmak kolay olmayacak.. Ama hiç olmazsa, sizlere yalvarıyorum, Hakaret, küfür ve sövgü dağarcığınızdan, ananızı, avradınızı, bacınızı çıkarın.. Vee lütfen "Geri zekalı" "Zihinsel engelli" diyerek o insanları aşağılamayın. Kimseyi incitmeye, üzmeye rencide etmeye hakkınız yok ey küfürbazlar.
Kendi ağzınızı kirletmekle yetinin......
"Sakın sana 'kötüsün' diyenlere aldırma.. Bana da, 'Geri Zekalı' dediler.. Atomu parçalayıp ellerine verdim". Albert EİNSTEİN.... Görüşürüz..

21 Ağustos 2011 Pazar

YOKSUN....


Şair diyor ki, Gidersen Yıkılır Bu Kent..
Gitmişti ve koca kent paramparça Olmuştu..
Yaşam o an durmuştu sanki..
Gitmişti ve geride kocaman bir,
Hüzün bırakmıştı..

Sonra birgün,
Birgün çıkageldi, birden..
Geldim dedi..
Geldim işte.. Çünkü, Dayanamadım..
Dayanamadım özlemine..

Öyle zordu ki, sensizlik..
Öyle ağırdı ki, katlanmak, Yokluğuna..
Sensiz olurum..
Sensiz de, yaşarım sandım ama..
Olmadı..Yapamadım..

Olamadım bir türlü,
Sensiz ve sevgisiz..
Geldim işte.. Geldim..
Ama...
Ama sen yoksun...

12 Ağustos 2011 Cuma

FIKRA GİBİ ÖYKÜ 7. "HEYYTT BEE, YAN BAKANI DÖVERİZ"

Gülsem mi? Ağlasam mı? Karar veremedim.. Neden mi? Marifetleri saymakla bitmeyecek, Aklanmış, Paklanmış Eski Bakan Egemen BAĞIŞ, ağzı kulaklarında, son derece mutlu şöyle diyor:
"Yaa Gördünüz mü? Londra'daki ayaklanma, terör ve yağmalama olaylarında İngiliz halkını kahramanca kim koruyor?? Orada yaşayan Türkler... Pekii, "Soğuk Savaş" döneminde Avrupa'yı komünistlerden kim korumuştu?? Yine Türkler"... (Hani, o zamanlar bizim için coğrafi konumumuz nedeniyle Avrupa'nın "İleri Karakolu" derlerdi ya)..
Sonra ekliyor Sayın Bakan: "İşte şimdi daha da, iyi anlaşılıyor, Avrupa'nın bize ne kadar çok ihtiyacı olduğu konusu!!.."
Pes doğrusu.. Adama sorarlar.. Sen Bodyguard mısın?.. Yani amiyane tabiriyle Fedai misin?..
Ya da, Avrupa'nın,
Fedaiye mi, ihtiyacı varmış?.. O Göreve mi, talipsin?.. Onun için mi, Avrupa Birliğine girebileyim diye uğraşıyorsun?..
Karar verdim.. En iyisi ben oturup gülünecek halimize biraz ağlayayım.. Görüşürüz..

8 Temmuz 2011 Cuma

MEMLEKETİN BİRİNDEE BİR VARMIŞ MII?...


Dünyanın bir yerinde bir ülke varmış. Bu ülkenin bir de Devlet'i ve tabii ki, Devlet Kurumları varmış.. Ama bu Devlet "Karton"danmış. Doğal olarak kurumları da, "kesekağıdı"ndanmış..
O ülkedeki insanlar bekliyorlarmış, Devletleri ne zaman mukavva olacak diye! hani mukavva kartondan biraz daha dayanıklıdır ya!!..

Bu ülkedeki insanlar çok çile çekermiş.. Çünkü Karton Devletin Kesekağıdı kurumlarının birincil görevi, ülkede yaşayan insanlara eziyet etmek, yaşamlarını burunlarından getirmek ve neredeyse yaşadıklarına, dünya'ya geldiklerine pişman edip, onları canından bezdirmekmiş..
Bu insanlar o kesekağıdı kurumlardan hangisine gitse mutlaka horlanır, incitilir, hakaret görür, aşağılanır, rencide edilir yani perişan olması için elden gelen her şey yapılırmış.. Üstelik insanların hiç bir işi de, olması gerektiği gibi, ya da, zamanında olmazmış..
Bu kesekağıdından kurumlarda görev yapanlar, asli görevlerini yapmak için vatandaştan (kibarca hediye) yani rüşvet almayı gelenek haline getirmişler, o görevi yapmak için Karton Devlet'ten maaş aldıkları halde!..
Daha da, acıklısı, bu kesekağıdı kurumlar birbirlerine kesinlikle güvenmezmiş. Birinin yaptığına diğeri inanmaz, kabullenmezmiş. Hal böyle olunca da, vatandaş ne yapacağını şaşırır, isyan eder, bağırır, çağırır ama yalnızca sinirlerini bozduğuyla, üzüldüğüyle kalırmış. Çünkü bu kesekağıdı kurumlar aslında hem kör hem de, sağırmış..

Bu ülkede yaşayan bir de, Anne varmış ve bu Annenin canının yarısı Oğlu.. Oğul, bu karton devletin kesekağıdı hastanelerinden birinde doğmaya çalışırken, kendisine yardımcı olması gereken, kağıttan Doktorun hatası yüzünden, yaşamını "zihinsel engelli" olarak sürdürmek zorunda bırakılmış..
O nedenle de, Karton Devletin Hastanelerinden alınan heyet raporlarıyla, Mahkemelerinden alınan hakim kararlarıyla, Malul Yasası kapsamına alınmış.. Ama yine de, bu oğul için ne yapılmak istense, Meselâ Askerlik, Velayet, Sağlık Karnesi v.s. gibi, her seferinde tekrar, tekrar engelli olduğunun belgelenmesi isteniyormuş.. Örneğin, O kesekağıdı kurumlardan birisi, verdiği sağlık karnesi için her beş yılda bir yeniden Heyet Raporu talep ediyormuş. Sanki oğul düzelecek, iyileşecekmiş gibi.. Bu akıllara ziyan isteği anneye ilk ilettiklerinde, söyleyen acaip görevliye şöyle demişti: "Bence siz kendiniz gidin bir muayene olun, kafanızın içinde beyniniz var mı? diye bir baksınlar".. Çünkü daha önce Karton Devletin Hastanelerinden alınan heyet raporları hep hiçe sayılıyor, yeniden ve yeniden, oğul ve annesi hastanelerde sürüm sürüm süründürülüyormuş..

Derken, birgün aniden oğul babasını kaybetmiş ve Karton Devletin Yasaları gereği hakkı olan babasının maaşını bağlatmak için velisi olarak annesi kesekağıdı kurumlara başvurmuş. İşte ondan sonra inanılmaz bir süreç başlamış. Kesekağıdı Kurumlar Anneyi canından bezdirmek ve bu talebinden vazgeçirmek için akıl almaz şeyler yapmışlar.. Bunu bir şekilde ifade de, etmişler, "Eee Kolay mı? Para vereceğiz" diye.. Sanki ceplerinden verecekler!..Yaaa! aynen böyle.. Oğulun herşeyi yasal belgelerle ortada iken, bir kez daha engelli olduğunun belgelenmesi istenmiş ve kesekağıdı kurum onları bir hastaneye göndermiş... Eziyet bir daha başlamış böylelikle..

Anne bu duruma kızmış, üzülmüş, isyan etmiş ama gidip denileni yapmaktan başka çare yokmuş.. Gitmişler ve yoğun uğraşlardan sonra istenilen raporu almışlar.. Tam, "Ohhh çok şükür bitti, Heyet Raporunu aldık" derkennnn, kesekağıdı kurumdan gelen bir yazı bardağı taşıran son damla olmuş.. Ortada akıl ve fikir tutulmasına uğranılan bir durum varmış çünkü.. Nasıl bir garabetmiş, sözkonusu olan, biliyor musunuz?? Bu kurum kendi gönderdiği hastaneden alınan raporu, neden bilinmez yok sayıp, başka bir hastaneden, başka bir rapor daha alınması gerektiğini söylemekteymiş gönderdiği yazıda.. İşte olan buymuş.. Düşünebiliyor musunuz? Bir Devlet Hastanesinde değişik uzmanlık dallarında yaklaşık on hekim bir rapor veriyor ve nedense oraya sevkeden kurum bu raporun üstüne, başka bir hastaneden, başka bir heyet raporu daha istiyor!!..
Bunun adı nedir?, İnsanları perişan etmek, canından bezdirip, yapmak istediğinden vazgeçirmek olabilir mi, acaba?.. Anne öfkesinden, isyanından saçını başını yolmuş ama neye yarar??.. Hastanelerde çekilen bütün eziyet ve sıkıntı yeniden, yeniden başlamış.....
Bu reva mıdır?. Engelli bir çocuğa ve onun annesine bu acı neden çektirilir?..
Şimdi anladınız mı, Neden bu ülkenin devletinin kartondan, kurumlarının da, kesekağıdından olduğunu söylediğimi?..

Yine bu Ülkede, bir Gazetenin bir Köşe Yazarı varmış. Ülkenin adını vermeden hergün Gazetedeki köşesinden olan biten haksızlıklara, kötülüklere veryansın edermiş.. Birgün, bazılarının canını fena halde sıktığı için, Kolluk Kuvvetleri tarafından alınmış ve sorgulanmaya başlanmış.. Komiser son derece kızgın bir şekilde bağırmış:
-Neden hergün ülkeyi eleştiriyorsun, kötülüyorsun?.. Yazar cevap vermiş:
-Efendim ben bu ülkeden bahsetmiyorum ki, Benim kızdığım, kötülediğim ülke Patagonya!.. Komiser alaycı bir şekilde gülümsemiş ve şöyle demiş: -Hadi canım sende.. Ben anlamaz mıyım, senin hangi ülkeden bahsettiğini!..
Sizde anladınız değil mi? Hangi ülkeden bahsettiğimi!!....     Görüşürüz..

20 Haziran 2011 Pazartesi

FIKRA GİBİ ÖYKÜ 6... "ERKEK ADAM YAPAR"!..

Şükürler olsun seçimler bitti, kazananlar, kazanamayanlar, şampiyonlar, küme düşenler belli oldu.. Biz de, o acaip karmaşadan, gürültüden kurtulduk.. Kimilerine göre, seçimlerin sonucu zaten belliydi. Tek merak edilen bir partinin barajı aşıp aşamayacağı idi.. Çünkü bu parti seçim öncesi, bazı kasetler görücüye çıkarılarak yıpratılmaya çalışılmış, hatta seçimlere girmesi bile engellenmek istenmişti.. Bu kasetler, o partinin üst düzey yöneticilerinin evlilik dışı bazı ilişkilerinin yani kısaca, amiyane tabiriyle, çapkınlıklarının ortaya dökülmesiydi.. Olanlar ve yapılanlar her yönüyle kepazelikti ama zaten politika da, böyle bir şeydi.. Yani bir sürü rezilliği bünyesinde barındırabiliyordu. Bütün bu karşı propagandalara, çabalara rağmen, o parti geçen seçimlerden yalnızca bir puan eksiğiyle barajı aştı ve Türkiye Büyük Millet Meclisine girmeyi başardı..

Bu olay bana Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanmış bir hikayeyi hatırlattı. Hikaye şöyle:
Kurtuluş savaşı başarıyla kazanılmış, ülkede Cumhuriyet ilan edilmiştir ve demokrasinin gereği olarak seçimler yapılacaktır.. Anadolunun ücra köşelerinden birinde, bir köyde de, Muhtarlık seçimi yapılması söz konusudur.. O güne kadar, köyün itibarlı, sözü dinlenen erkeklerinden biri bu görevi üstlenmiştir. Ama artık ülkede bir çok şey değişmiş, köye seçim sandıkları gelmiş ve köyün diğer erkekleri de, Muhtarlık için aday olabileceklerini farketmişlerdir.. Neticede ortada bir makam vardır.. Muhtar, o köyün mülki amiridir.. O, Ne derse o olur, onun sözü dinlenir, saygı görür, itibar sahibidir.. Böyle olunca da, o makamın talipleri çıkar ortaya, doğal olarak.. Ve malum sahnelerle birlikte adaylar Seçim çalışmalarına başlarlar.. Her aday çeşitli vaatler içeren propaganda konuşmaları yapar. Bu arada adaylardan biri, sürekli olarak eski muhtarı kötülemekte ve zavallı adamcağızı yerden yere vurmaktadır. Örneğin, bu adayın köy meydanında yaptığı seçim konuşmaları genellikle şöyledir: "Eyy, köy halkı, bu muhtar, ahlaksızdır. Karısını aldatır, elalemin karısına kızına, her kadına bakar,çapkındır.. Ayyaşın birisidir, durmadan içer hiç ayık gezmez.. Üstelik bu adam dinsiz imansızdır, binamazdır, camiden içeri adımını atmaz"..Filan gibi son derece veciz! konuşmalar yapar.. Eski Muhtar bu söylenenlere çok üzülür, kırılır ama büyük bir olgunlukla hiç yanıt vermez.. Çünkü söylenenlerin hepsi yalandır, iftiradır ve o kendisinden emindir..
Seçimler biter, onca karalamaya ve iftiraya karşın eski muhtar yeniden seçilir.. O, özlü! seçim konuşmalarını yapan ve kendisinin seçileceğinden son derece emin olan muhtar adayı bu sonuca çok şaşırır.. Bir köylüye sorar:
-"Bunca kusurunu sıraladım, neden yine bu adamı seçtiniz?"

.. Aldığı cevap çok ilginçtir..
"Canım, erkek adam tabii ki, çapkın olacak, kadınlar ona feda olsun, Erkek adam içer, hem de, şişenin dibini görene kadar, Hem canım, camiye de, gitmeyiversin, herkesin günahı kendi boynuna bana ne!!"
İşte böyle.. 88 yıl sonra değişen bir şey yok.. Anlayış aynı.. Erkek adam yapar kardeşim!!..Erkek adam içer!!..En fazla bu yaptıkları erkek adamın elinin kiri olur, o da, yıkarsın geçer!! bu kadarrr.. Bu nedenle, onca kepazelikten sonra o parti neden barajı geçti diye kimse şaşırmasın. Mağdur oldu da, ondan filan değil.. Erkek adamların böyle bir ayrıcalığı var da, ondan..
O yıldan sonra yapılan seçimlerde, O köyde muhtarlığa aday olan herkes çıkıp köy meydanında, geleneksel hale gelen, şu seçim konuşmasını yapmış:
"Eyy Köy Halkı, beni dinleyin.. -Ben çapkınımdır.. -O kadın, bu kadın hepsinde benim gözüm vardır.. -Ben içerim hem de, şişenin dibine kadar.. -Hiç ayık gezmem.. -Ben dinsiz imansızım, binamazım camiye filan girmem"!!.. Yaaa, fıkra gibi değil mi?.. Unutmayın biz erkek milletiz!.. Görüşürüz...

14 Haziran 2011 Salı

FIKRA GİBİ ÖYKÜ 5. BİR KOLTUK! DAHA KAYIPLARA KARIŞTI..

PEHLİVAN TEFRİKASI HALİNE GELEN BU YAZIYA YENİ BİR İLAVE.. Hayat ve Öykü devam ediyor...
Aşağıdaki yazıyı iki ayı aşkın bir süre önce yazmıştım. O günleri bir kez daha hatırlamak ve Bayan Bakan Aliye KAVAF'a Güle Güle, Uğurlar olsun demek için yeniden yayınlıyorum... Darısı Hükümetin diğer değerli!! Bayan Bakan'ı Nimet ÇUBUKÇU'nun başına diye, çok dua ettim. Amacım onun da, arkasında su döküp mendil sallamaktı ama, ne yazık ki, olmadı...Üstelik şimdilerde adı, Türkiye Büyük Millet Meclisi TBMM Başkanlığı için geçiyor ki, kulaklarıma inanamıyorum. Bu bayan Bakan'ın son derece değersiz olmasının dışında başka ne özelliği var?? bir anlasam!!..Dilerim yakınlarda bir gün, aşağıdaki yazının bir benzerini, onun için de, yazarım....

12.Nisan.2011

EYVAHHH GİTTİ KOLTUĞUM

Bu günlerde bi, üzgünüm ki, sormayın.. Hani Milletvekili Listeleri açıklandı ya, ben yokum! listelerde!!..Yokum, çünkü

başvurmamıştım zaten... Ama başvurduğu halde, olmayan biri var ki, ona çoook üzüldüm!!.. Bu yüzden de, birazdan ağıtlar eşliğinde zil takıp oynayacağım!!.. Son yıllarda çok sık rastladığımız "koca cinayetleri"nden biri olan, Ayşe PAŞALI cinayetinden sonra,kendisine yöneltilen eleştiriler nedeniyle, Kadın ve Aileden Sorumlu!! Devlet Bakanı Bayan Aliye KAVAF şöyle demişti: "Eteğimden çekmeye çalışıyorlar".. Dehşet içinde kalmıştım.. Yani öldürülen kadının,yitip giden hayatı hiç önemli değildi.. Ama Bayan Bakan'ın Makamı, hayati önem taşıyordu.. Pekii şimdi ne oldu??.. Bayan Bakan'ın eteği çekilmedi!!.. Çünkü amiyane tabiriyle "ipi çekildi"... Hem de, kendi partisi tarafından...Kabinenin listelere alınmayan tek bakanı o oldu.. İşte bu nedenle çoook üzgünüm!!.. Bi, dakika..."ağıt oyun havası" tamam da, zillerimi bulamıyorumm... Şimdi buradalardı.... Görüşürüz....

PEKİİ SONRA NE OLDU?...

Bugün 06.Temmuz.2011..

Bugün, Ülkeyi öbür seçimlere kadar yönetecek kabine açıklandı..
Şükürler olsun ki, Tanrı beni seviyormuş..Dualarımı, dileklerimi duydu.. Kabinenin, en çok bayıldığım, muhteşem Milli Eğitim Bakanı Bayan Nimet ÇUBUKÇU'ya kapının önü gösterildi!!.. Bi,üzüldüm!! bi,üzüldüm! ki, sormayın!!.. Eeee, engelli çocukları ve ailelerini üzmenin ve yalnızca kendi koltuğunu, makamını düşünmenin bir bedeli olmalıydı.. Bayan Bakan'ın ne kadar değersiz olduğu gerçeği sonunda görmeyen gözler tarafından bile görülebildi..Şimdi, önce arkasından su dökme ve mendil sallama görevimi yapacağım sevinçle.. Birazdan da, ikinci "zil takıp oynama" vakasını izleyeceksiniz.. Haydiii hobaaa... Görüşürüz...

FIKRA GİBİ ÖYKÜ, 4. "ORTAYA Bİ, KARIŞIK LÜTFEN"....

Seçimlerde İstanbul'da tam 10.000 kişi, hem Bağımsız Aday Tuncay ÖZKAN'a, hem de, Cumhuriyet Halk Partisi CHP'ye oy vermiş. Yani iki oy birden kullanmışlar.. Hani şöyle bir mesel dolaşıyordu bir ara ortalıkta, " Benim oyum, dağdaki çobanın oyuyla bir mi? " diye... Bu sözü ortaya atan muhterem kişiler dağdaki çobanı aşağılayarak, kendilerinin ne kadar harika! ne kadar inanılmaz! ne kadar bilgili! seçkin filan, filan olduğunu anlatmaya çalışıyorlardı. Aslında anlatmalarına da, gerek yokmuş. Çünkü bu seçimlerde bu zat'ların ne kadar değerli oldukları isbatlandı. Onlar o kadar değerli, o kadar müthiş, o kadar v.s. v.s. ki, bir değil iki oy birden kullanmalılardı veee işte kullandılar... Tabii ki, iki oy kullanacaklardı...Bu onların enn doğal hakkı.. Çünkü onlar var ya, onlar.... anlatılmaz, yaşanır.. Bu seçimlerde kaçırdım ama, bundan sonraki seçimlerde bende iki oy, iki de, yetmez üç oy, üç de, yetmez....neyse, fazla abartmayalım...ne de, olsa alçak gönüllü olmak lazım...değil mi?? Olmazsa şöyle ortaya bi, karışık kullanırım artık.... Bu benimm ennn doğal hakkımmm.. İşte o kadarrr... Ayy, dağdaki çoban da, kim oluyorr ayoll??....Önümüzdeki seçimlerde görüşürüz...

4 Haziran 2011 Cumartesi

BU GECE


Bu gece yalnızım..
Ben her gece yalnızım..
Ama bu gece çok yalnızım..
Bir ses istiyorum..

Bir nefes istiyorum..
Konuşmak istiyorum..
Paylaşmak istiyorum..
Biri beni dinlesin,

Biri beni anlasın istiyorum..
Çok üzgünüm..
Bu gece çok üzgünüm..
Yapayalnızım.. Ve kimsesizim..

O GÜN....


Birgün hiç doğamadı güneş,
Ve bitti....
Ölümdü gelen,
O gün, herşeyin bittiği gün,
Güneşin doğamadığı gün,

Oysa güneş o gün doğacak,
Yine doğacak,
Hergün doğacak,
Dünya durdukça hep doğacak..

Ama ben, o gün,
Işığını göremediğim,
Sıcaklığını duyamadığım,
Güneşin altında,
Büyük aşkım doğaya karışacağım....

26 Mayıs 2011 Perşembe

POLİTİKACILARA BAYILIYORUM!!...


"BEN KİMİM, BİLİYOR MUSUN?"................
Bu acaip soruyu en çok bir Politikacı sorar.. Örneğin arabasını durduran Trafik Polisine.. Yalnızca işini yapan Polis, öyle incinir, öyle kırılır, üzülür ki!!.. Ama hiçbir şey yapamaz.. Çünkü soru büyük yerden sorulmuştur!!.. İşte ben Bu ülkede yapılan Siyasete ve Politikacılara bayılıyorum!!!...
Neden mi?, gördüklerim ve yaşadıklarım muhteşem! harika! akıllara ziyan şeyler de, ondan!!..

Öncelikle, bizim ülkemizde herkes politikacı!.. Herkes her konuda herşeyi biliyor ve herkes durmadan konuşuyor. Daha doğrusu genellikle ağzını fena halde bozarak konuşuyor!!
Hatta bazen ağız bozmak da, yetmiyor, kırılan kafalar, moraran gözler giriyor devreye..
Buna da, siyasi tartışma! fikir tartışması! diyorlar..
Onca kakafoni arasında da, doğru sesi ayırdetmek mümkün olmuyor tabii..

Bu arada malum olduğu üzre, demokrasinin gereği olarak siyasi partilerimiz var, hem de, onlarca!!.. Hepsi de, ülkeyi yönetmeye talip.. Hepsi de, kendisinin farklı olduğunu ve ülke için en iyi, en doğru olduğunu iddia ediyor..
Bir de, bu partilerde politika yapanlar var.. İşte söz buraya gelince şöyle bir durmak gerekiyor.. Çünkü yaşanan trajikomik olayları da, bu adına politikacı denen, benim bayıldığım, acaip zat'ı muhteremler yaratıyor..

BERNARD SHAW Diyor ki:
Hiçbir şey bilmiyor.. Ama bildiğini düşünüyor.. Demek ki, bir Siyasi Kariyer edinecek......

Yani, özellikle bu ülkede politika yapmak için, hele de, Türkiye Büyük Millet Meclisi TBMM'ye girmek için, "siyaset bilimi" öğrenmeniz gerekmez. Herhangi bir siyasi duruşunuz olmasa da, olur..
Tahsil, Eğitim filan da, şart değil.. Peki neler gerekiyor?
Kişiliksizlik, Yardakçılık, Sahtekarlık ve Yalancılık. Çünkü, bu tuhaf adamlar durmadan yalan söyler, bol keseden vaatler sıralar. İşin ilginç tarafı söyledikleri yalanlara kendileri de, inanırlar. Sorulan hiçbir soruya, o sorunun cevabını vermezler. Bir sürü İlgisiz hikaye anlatırlar.. Bu zat'ların sinirleri de, alınmıştır. Birbirlerine her türlü, ağıza alınmayacak hakaretler ederler ama hiç oralı olmaz, hiç kendi üstlerine alınmazlar..

Peki başka ne gerekiyor? Tabii ki, P A R A, çok para!!.. Yani para tomarlarını çantasına koyup, Başkent Ankara'nın yolunu tutan, saydığım harika! özelliklere sahip herhangi bir zat, kolayca kendisini TBMM'de, bol paralı, kabarık maaşlı, trafikte kendisini çeviren polise "Ben kimim, sen biliyor musun" diyecek kadar itibarlı!! bir Milletvekili olarak bulabilir.. Zaten nihai amaç da, TBMM'ye girmektir.

Hangi partiden girdiğiniz önemli değil!.. Hangi Parti sizi Meclise taşırsa siz de, hemen o partinin saflarında yerinizi alır ve o siyasi düşünce her neyse, onun savunuculuğunu yaparsınız!.. Bu partinin siyasi duruşunun ne olduğu hiç önemli değildir..
Çünkü sizin zaten siyasi bir görüşünüz, duruşunuz hatta herhangi bir fikriniz bile yoktur..

Bu arada inanılmaz olaylara tanık olursunuz.
Örneğin, yalnızca milletvekili seçilebilmek için birbirinin tam karşıtı fikirleri savunan, partiler arasında sürekli gezinen birilerini görürsünüz..
Bu acaip insanlar o parti senin bu parti benim dolaşır dururlar..
Son seçimlerde yaşanan iki örnek var ki, bu da, olabilir mi? dedirten cinsten.. Hani "Hayaldi Gerçek Oldu" misali, bunlar da, oldu!..
Van'ın Başkale ilçesi Milliyetçi Hareket Partisi MHP, İlçe Yönetimi İlçe Başkanının önderliğinde topluca istifa ederek, Barış ve Demokrasi Partisi'ne BDP'ye geçti!.. İki parti arasındaki aşılmaz denen yapısal uçurum çıkarlar söz konusu olduğunda aşılıverdi.. Birisi Irkçı, milliyetçi bir parti, diğeri, bölücü diye nitelenen, terör örgütü PKK'nın sözcüsü olduğu iddia edilen, yani birbirinin taban tabana zıddı iki parti..
Nasıl oluyor da, bu kadar kolay saf değiştirilebiliyor?.. Anlaşılır gibi değil!!..

Bir de, Muş'tan acaip bir örnek var..
Cumhuriyet Halk Partisi CHP'nin, Milletvekili listesinde birinci değil de, ikinci sıraya konulduğu için küsen, muhterem bir zat partisinden istifa ediyor. Bundan sonrası daha da, acaip!.. İstifa ettikten sonra, Milliyetçi Hareket Partisi MHP adayını destekleyeceğini ve onun için çalışacağını açıklıyor..
Bu iki parti birbirine, ne kadar benziyor?.. Benziyor mu?..
Yoksa aralarında bir fark yok mu?..
Tanrım, sen aklıma sahip ol.. Yoksa ben daha fazla akıl sağlığımı koruyamayacağım, bunları gördükçe..

İşte bu, niteliksiz, amaçsız, idealsiz, akılsız, fikirsiz, bilgisiz insanlar çıkıyorlar ortaya ve bizleri yönetmeye talip oluyorlar ve ne acıdır ki, bu şansı da, buluyorlar..
Ben nasıl bayılmam! bu ülkedeki, siyasete ve siyasetçilere!!..

"Kendisini Ulusuna hizmet etmeye adayan Siyasetçiye Devlet Adamı denir... Ulusun kendisine hizmet etmesi gerektiğini düşünen Devlet Adamına ise Siyasetçi!!!".. George Pompidou....

Bütün bu garipliklerden sonra, aklım hala başımda kalmışsa, Görüşürüz...

FIKRA GİBİ ÖYKÜ 3 "BEN TİNERCİYİM"


Sosyal Hizmet Uzmanı arkadaşım Safiye anlatmıştı, bir dönem çalıştığı ANKARA / Çankaya Karakolunda tanık olduğu bir olayı...

Görevli Polisler sokaklarda mendil v.s. satan çocukları toplamış getirmişler karakola. Kalabalık bir sokak çocuğu topluluğu karakolun içinde..
Fakat içlerinden biri bu durumdan rahatsız!.. 13, 14 yaşlarında bir oğlan çocuğu, o kalabalıktan sıyrılmaya çalışıyor..
Çünkü kendince haklı bir sebebi var!.. O, mendil satan ya da, cam silen çocuklardan değil!.. Kendisine önem verilmesini bekliyor!..
Kalabalıktan kenara çekiliyor ve böbürlenerek polislere sesleniyor:
" Ben onlardan değilim, Ben Tinerciyim "....

Bakar mısınız?.. Ne de, olsa çocuk kariyer! sahibi... O bir Tinerci..  Görüşürüz....

21 Mayıs 2011 Cumartesi

GODOT HİÇ GELMEDİ...

Ünlü İrlandalı yazar Samuel BECKETT, yaşamın aslında beklemek! olduğunu, o kadar güzel anlatmış ki, "GODOT'U BEKLERKEN" adlı oyununda... Gerçekten de, yaşamımız boyunca hep bir şeyleri bekleriz. Bu beklentiler, yaşam evrelerimize göre şekillenir.. Yani minik bir bebek yalnızca sevilmeyi, doyurulmayı bekler.. Küçük bir çocuk büyümeyi bekler.. Yıllar ilerledikçe beklentiler hem artar hem de, farklılaşır. Erkek çocuk  bir futbol topuna sahip olmak ister. Çünkü o, futbolcu olma, çok zengin ve ünlü olma hayalleri kurarken, "bayram gelse de, kırmızı bir ayakkabım olsa", diye bekler küçük bir kız çocuğu.. Ardından bir delikanlı çıkar sahneye.. Hayattan o kadar çok beklentisi vardır ki, herşeyi ister, herşeyi bekler.. Öncelikle, yaşamına heyecan katmaktır amacı, dolu dolu yaşamayı ve ilginç serüvenlere yelken açmayı bekler. Doğal olarak, sevilmek ve beğenilmek de, en önemli beklentileri arasındadır. Yaşam sahnesinde bir de, genç kız vardır. O da bekler.. Erkekler onu beğensin, sevsin, ona aşık olsun ve onu mutlu etsin......
Bir yandan da, öğrenmek, eğitim görmek için çılgınca bir yarışın içindedirler ve bu yarışın bitmesini beklerler sabırsızlıkla..
Dünyanın kendi etrafında döndüğünü zanneden insan, hep kendisi için bir şeyler bekler.. Sevgi, ilgi, beğeni bu beklenenlerden bir kaçı yalnızca.. Hepimiz çok sevilmek ve çok mutlu olmak isteriz.. İsteriz de, bunlara sahip olmak için hiç çaba sarfediyor muyuz. acaba?.. Sevgi dedim de; Papağanları bilir misiniz?. Bu rengarenk güzel kuşlar, sevgisiz ve ilgisiz yaşayamazlar.. Eğer sevgi ve ilgi görmezlerse, önce tüylerini yoluyor ve çırılçıplak kalıyorlar. Daha sonra da ölüyorlar; Evet ölüyorlar..
Ama, eğer sevilmek istiyorsanız önce sevmeyi öğrenmelisiniz.. İlgi görmek istiyorsanız da, kendi bencilliğinizden sıyrılıp, ilgi göstermeyi becerebilmelisiniz... Ne yazık ki, sevmeyi bilmeyen insanlar, sevgisiz, ilgisiz yaşamaya mahkum olurlar ve yaşamlarını çorak bir çölde, kuru bir dal gibi sürdürürler.....
Parayı da unutmayalım.. Herkes çok para sahibi olmayı bekler ama çalışmayı, kazanmayı, emek vermeyi düşünmez, ya da, bilmez.. Yalnızca, birgün gökyüzünden başına para yağmasını bekler..
Ve Mutluluk.. Herkes mutlu olmayı da, bekler, ama nasıl mutlu olunacağını, mutluluğun ne olduğunu bilmez.. İşte Godot bu beklenenlerin simgesidir ve hiç gelmez..
Yıllar ilerledikçe en önemli beklenti birdenbire sağlık olur.. Erken yaşlarda hiç önemsenmeyen, hiç özen gösterilmeyen sağlık, artık yegane beklentidir... Çünkü sağlık olmazsa o, sevgisiz, ilgisiz, parasız, mutsuz yaşamın uzun sürmeyeceği bellidir.. Ama, o zamana kadar yeterince saygı ve özen gösterilmeyen sağlık, artık beklentilere çok da, olumlu yanıt vermemektedir...
Şimdi beklenen tek bir şey kalmıştır... Ölüm!!...
O gelir!... Mutlaka gelir!... Ama onun da, ne zaman geleceğini bilemezsiniz... Yine, beklersiniz!!.... Görüşürüz...

8 Mayıs 2011 Pazar

TARAFTARIN ÖLDÜREN AŞKI....


Hep düşünmüşümdür, bu "Taraftar" denen acaip kalabalık ne işe yarar diye!!... Yani, Stadyumları yakıp, yıkıp, parçalamak, karşı takımın taraftarıyla meydan muharebesi yapmak, hatta yaralamak, öldürmek, bol bol küfretmek  dışında!.. Çünkü biliyorsunuz, her türlü delici ve kesici alete sahipler. Bıçak, Satır, Şiş, Belde Pala, Döner Bıçağı filan gibi aletleri "Taraftar Aksesuarı!!" olarak yanlarında taşıyorlar. Ayrıca bu Taraftar adlı güruh, tuttukları takıma o kadar bağlı ki, takımları için yaz, kış demeden, heryere maça gidiyor ve sevgilerini de, şöyle ilan ediyorlar, "Ölmeye ölmeye geldik".. Yani takımları için ölürler de! öldürürler de!.. Bir de, çok güzel! hadise çıkarırlar, polisle ve karşı takım taraftarıyla, ya da, kimseyi bulamazlarsa kendi kendileriyle çatışırlar ve takımlarının maç yapmasına engel olup, hükmen mağlup olmasını sağlarlar. Hatta tuttukları takımın puanı silinir, sahası kapanır, seyircisiz oynama ve para cezasına çarptırılır.
Merak ettiğim bir şey daha var!.. Bu taraftarların tuttuğu takım sezon sonunda, şampiyon olduğu zaman, ya da, Avrupa Kupalarına katılması söz konusuysa, taraftarlarına "Prim" filan mı, dağıtıyor?. Ya da, "Maaş" mı, veriyor?.. Eğer öğleyse!! Bir takıma "Taraftar" mı, olsam acaba??..
Bilim adamları diyor ki, "Bu insanların kimlik problemi var.. Sürü Psikolojisiyle hareket ediyorlar.. Bir şeylere tutunma, dayanma ihtiyacı duyuyor ve bir yere ait hissetmek istiyorlar. Ancak, bu aidiyet duygusu, kendilerini birey gibi hissetmelerini sağlıyor"... Yani bu Taraftar denen Holiganlar, tek başına bir hiç!!.. Ama acı bir gerçek var ki, bu zavallı insanlar, taraftar olsalar da, olmasalar da, zaten değersiz, önemsiz vandallardır.. Başka hiçbir özellikleri ve kaale alınmalarını gerektirecek yanları yoktur..


Tabii olayın bir de takım cephesi var. İstanbul takımlarından birine başkan veya yönetici seçildiği zaman kendisini Başbakan zanneden, bir futbol takımını değil de, ülkeyi yönettiğini düşünen, yerli yersiz konuşarak ortalığı karıştıran yöneticiler, sürekli göz önünde olarak kendisine popülarite ve şöhret sağlamaya çalışan, bilgisiz, eğitimsiz futbolcular ve tabii adına "Spor Yazarı, Spor Yorumcusu" denen, kendilerine bir türlü sıfat bulamadığım acaip bir zevat... Eski futbolculardan ve eski hakemlerden oluşmuş, düşünceleri bile kirli ve komplo teorileri üretme konusunda uzman olan muhterem zevat, oturur ve saatlerce televizyon kanallarında ahkam keser.. Bu programları izleyenler bilir.. Nasıl değerli!, nasıl önemli! programlardır anlatamam!!.. Yorumcular, müthiş bilgi birikimleri ve muhteşem zekaları ile akıl ve fikir dolu yorumlar yapar!.. Onları seyrederken hayranlıktan bayılmazsanız! öfkeden kalp krizi geçirebilirsiniz. Çünkü bu programlarda bir seviye! bir düzey! var ki, olmaz böyle bir şey!!.. Ayrıca birde, açık açık bir takımı tuttuğunu beyan eden ve o takımın Amigosu gibi çalışan spor yazarları var.. İşte bütün bu kepazeliklerin toplamı da, "Türk Futbolu" oluyor!!...
Ben futbolu severim. Örneğin, Avrupa Kupası ve Dünya Kupası maçlarını kesinlikle kaçırmamaya gayret ederim. Çünkü o günlerde, televizyonda bir futbol şöleni sergilenmektedir.. Ama kendi ülkemde yaşanan bu kepazeliklerden, seviyesizliklerden, düzeysizliklerden bıktım artık.
Bu akıldan fikirden yoksun insanların elinden şu Mikrofonları, Kalemleri alın yalvarırım. Şu Taraftar denen rezil güruha da, bir çeki düzen verin. Futbol ülkenin en öncelikli sorunu! filan değil ki... Sadece bir oyun... Hepsi bu... Görüşürüz...

24 Nisan 2011 Pazar

BİLİYOR MUSUN?...


Ben seni hiç sevmedim, biliyor musun... hiç..
Ben kimseyi sevmedim ki, sevemem ki,
Yoksa, sevdim mi..
Bunu bilmiyorum..

Ben kimi sevdim...
O sen miydin...
Bilmiyorum ki,
İnsan sevmeli mi...

Sevmeden yaşanmaz mı...
Taştan olmaz mı, yüreği insanın...
Keşke olsaydı!...
Hiç acımazdı o yürek, kanamazdı..

Ama değil, çünkü acıyor, kanıyor...
Kırıldı, incindi, yaralandı...
Neden... Niye...
Doğru değil de, ondan...
Ben seni çok sevdim, biliyor musun... çook.....

23 Nisan 2011 Cumartesi

GİDEBİLSEM....


Alsam başımı gitsem,vursam kendimi yollara,
Dağlara, tepelere,
Sonunda, kavuşsam denize...
İşte orada.. Özgürlük.. Deniz,

Uçsuz bucaksız karşımda.
At kendini maviliklere
Ve de ki,
Hadi git, enginlere kulaç at,

Yüz yüzebildiğin kadar..
Kimbilir belki yakalarsın,
Ufuk çizgisini..
Oh bee, işte bu,

Özgürlük, heyy özgürlük...
Geri dönmesem de, olur...

17 Nisan 2011 Pazar

ÖYLESİNE BİR HÜZÜN...

Bu hüznü sizde bilirsiniz..
Anlat deseniz anlatamam....

Enine boyuna yaşarım ancak.. Turgut UYAR....

Hüzün böyle bir şey demek ki,
Bir akşamüstü aniden çöküveren
Ve seni teslim alan,
Alınca da,

Durgun ve suskun,
Kalakaldığın..

Hüzün böyle bir şey işte,
Anıların gelir aklına,
Özlediklerini düşünürsün,
Yüreğin sızlar.. yanar....

Belki gözlerin dolar..
Ama neden birdenbire,
Bir akşamüstü,
Kapıma geldi hüzün,

Neden koyu bir sis gibi
Sardı her yanımı..

Peki ya, gidenler
Öylece bırakıp da, gidenler,
Onları özlemiyor muyum?
Onları unuttum mu?

Özlemesem Unutabilsem,
Hiç bir akşamüstü,
Aniden çöker miydi,
Üstüme hüzün..

Böylesine kesif
Ve böylesine ağır....  N.Emel Cengiz..  
(Eski Yol arkadaşımın Anısına Özlemle).........

7 Nisan 2011 Perşembe

UZUN BİR ARADAN SONRA, YENİDEN MERHABA...




Nihayet Blog'uma kavuştum. Artık rahatça sayfama girebiliyorum. Gerçi henüz sansür tam olarak kalkmış değil. Birçok internet kullanıcısı hala, Blogspot'a giremiyor ve tabii ki, Blogları okuyamıyor. İki kocaman kuruluşun, Google ve Dijitürk'ün anlaşmazlığa düşmesi yüzünden, Dünya çapında bir Blog Sitesinin 18 milyon yazarı mağdur oldu. Sayfalara girmek mahkeme kararıyla engellendi. Milyonlarca insan yazılarına ulaşamadı. Üstelik bu insanların, mahkeme konusu olan şuçla hiç bir ilişkisi yoktu, ama sanki onlar cezalandırıldılar.. Yaşamım boyunca sansüre karşı çıktım. Sansür, totaliter rejimlerde, faşizan yönetimlerin kendi iktidarlarını koruyabilmek için, toplumlara karşı kullandıkları bir silahtır. Sansür, kişi özgürlüklerine karşı fiili bir saldırıdır. Yani "İnsan Hakları"nı hiçe saymaktır.. Ülkemizde de, sıklıkla karşılaştığımız, Filmleri, tiyatro oyunlarını kesme, kırpma ya da yasaklama, kitapları, filmleri yakma, sanat galerilerine saldırma gibi sansür ve çağdışı ilkellikler, bugün hayallerin de, sınırlarını zorlayarak, henüz basılmamış kitaplara bile, sansür  koymaya ve müsveddelerinin toplatılmasına kadar uzandı.. 21.Yüzyılı yaşayan Dünyamızda, sansür gibi çağdaş uygarlıklarla asla bağdaşmayan bir olguyu hala bünyesinde barındıran bir ülkede yaşamak utanç verici. Faşizan İktidarlar kendi güvenliklerini sağlayabilmek için, topluma korku enjekte ederler ve geniş kitleler üzerinde baskı kurabilmek için de bu "korku" unsurunu sıklıkla kullanırlar.. Böylelikle halkın sesini kesmeyi, kısmayı amaçlarlar ve muhalefet etmelerini engellemiş olurlar.. Ama anlaşılan onlar daha çok korkuyor. Düşünsenize, henüz basılmamış bir kitap, yazılmış tüm nüshalarıyla birlikte toplatılıyor ve yazarı cezaevine konuyor.. Yani, bırakın birşey yazmayı, basmayı, ya da söylemeyi, henüz bir taslak olan bir kitaptan bile, ne kadar çok korkuluyor ki!, bu anlaşılmaz arama, toplatma ve yoketme çabaları sergileniyor.. Demek ki, aslında güçlü olan halktır. Asılsız korkulardan arınıp, kendi gücünün farkına varan geniş halk kitlelerinin karşısında, hiç bir güç duramaz. Yakın zamanda, Afrika'da ve Ortadoğu'da bu tesbit isbatlandı. Yıllardır halkına baskı ve zulumle kan kusturan, sömüren, Diktatörler halkın öfkesi ve gücü karşısında arkalarına bile bakmadan kaçtı... Ben ülkemde, kitapların toplatıldığını, yakıldığını, filmlerin, oyunların yasaklandığını, sanat galerilerine, "orada içki içiliyor" diye saldırıldığını, duymak ve görmek istemiyorum. Gerçek anlamda özgürlüklerin, doya doya yaşandığı, "korku" kelimesinin anlamını yitirdiği, kişi haklarının her şekilde güvence altına alındığı bir ülkede yaşamayı istemek çok şey istemek mi? Tabii ki, değil!. Özgür bir birey olarak bunları talep etme hakkına sahibim ve yaşadıkça da, bu isteklerim uğruna savaş vereceğim.. İnsan Hak ve Özgürlüklerinin ve Özgür düşüncenin egemen olduğu, bir ülkede! görüşmek üzre.....

12 Şubat 2011 Cumartesi

ELMAS HANIM, GÜLE GÜLE..


                 
Elmas hanımı ilk gördüğümde ikinci ameliyatımdan yeni çıkmıştım ve doğru dürüst yerimden bile kıpırdayamadan hastane odasındaki yatağımda yatıyordum. Bulunduğumuz Servis hastanenin  Onkoloji servisiydi. Çevremdeki herkes kanser hastasıydı. Herkes siyah bir yüzle dolaşıyordu. Yanlış duymadınız, siyah bir yüzle dedim. Zaten bende ilk defa orada öğrenmiştim, beyaz tenli olduğu halde, insanın siyah bir yüz rengine de, sahip olabileceğini.
              
Ben de, kanser teşhisiyle hastaneye yatmış ve ağır bir ameliyat geçirmiştim. Ameliyat sonrası beni onkoloji hastalarından ayırmışlardı. Çünkü yapılan tahliller temiz çıkmış ve artık kanser denen o hain hastalıkla bir ilgim kalmadığı söylenmişti. Dikişler sorun çıkarmış ve bir, hatta bir tane daha operasyon geçirmek zorunda kalmıştım.
İşte bu ameliyatlar serüveninin bir yerinde, birgün Elmas Hanım çıkageldi. Onunda yüzünün rengi siyahtı ama, çok sağlıklı görünüyordu. Kırkyedi yaşında genç bir kadındı. Yanında gözünün içine bakan ve karısını çok sevdiği her halinden belli olan, kocası vardı. Çok sıcakkanlı bir kadındı. Benim kıpırdayamadığımı görünce, "üzülme ben sana yardımcı olurum" dedi. Eşini benim eksiklerimi alması için seferber etti. Sanki koruyucu bir melek gibi yardımıma gelmişti..
Elmas Hanım da, altı yıldır kanser hastasıydı. 0 gün de, yalnızca bir miktar serum tedavisi görmek için gelmişti. Hastanede yatmayacaktı. Kendisine verilen serum bittikten sonra evine gidecekti. Yanımdaki yatağa oturdu, sohbet etmeye başladık. Bana hastalığını, ailesini, çocuklarını anlattı. Canını sıkan bazı sorunlarından bahsetti.. Öyle samimi ve içten bir insandı ki, onu sevmemek mümkün değildi.
                 
Eşi de, etrafında pervaneydi sanki.. Karısına en iyi şekilde destek olabilmek için  uğraşıyordu.. Elmas Hanım yatamamaktan ve günlerdir doğru dürüst uyuyamamaktan şikayet ediyordu.. O zaman anlamamıştım.. Çünkü, iyi görünüyordu ama, anlaşılan hastalığı iyice ilerlemişti..
              
O gün uygulanan serum tedavisi bitti ve Elmas Hanım evine gitti.
Ama ben bir türlü Hastaneden çıkamıyordum. İkinci ameliyatımdan sonra vücudum enfeksiyon kapmıştı ve hergün dört kez enfeksiyonu temizlemek için yapılan pansumanlar yüzünden perişan haldeydim.. Arkasından dikişler bir kez daha sorun çıkarmış ve yirmi günde üçüncü ameliyatımı olmuştum.
Ayağa kalkabildiğim bir gün koridorda Elmas Hanımla karşılaştım. Yine serum tedavisi görmeye gelmişti ve üzgündü.. Hastalığının ona huzur vermediğini söylüyordu.
Yine kısa süreli gelmişti ve akşam evine dönecekti.
Bir kaç gün sonra, Üçüncü ameliyatımın verdiği sıkıntıyla hastane yatağımda yatarken, bir kez daha Elmas Hanım içeriye girdi ve yanımdaki yatağa oturdu. Bu defa Elmas Hanıma kan verilecekti ve yine akşam evine dönecekti.
Berbat bir durumdaydım. Bir dizi ağır ameliyat geçirmiş ve yine çok zor hareket ederek yatıyordum. Hastaneye yatalı iki haftayı geçmişti ama bir türlü iyileşip, evime dönemiyordum..
Evimi çok özlemiştim ve sanki bir daha hiç göremeyecekmişim gibi gelmeye başlamıştı. Hasta psikolojisinin ne demek olduğunu orada öğrenmiştim. Son derece moralsizdim. Çevremde ağır ve ölümcül bir hava vardı ve Elmas Hanımı kıskanıyordum. Ben günlerdir hastanede, bakımsız ve kötü bir durumdaydım. O ise tertemiz, bakımlı ve çok şıktı. Üstelik, kendisine verilen kan bittikten sonra, evine gidecekti ama ben kimbilir ne zaman evimi görebilecektim..
Elmas Hanım oturarak tedavi oluyordu, çünkü bir türlü sırtüstü yatamıyordu. "Ahh, bir sırtüstü yatabilsem, şöyle rahatca bir uyuyabilsem" diye söyleniyordu. Bir ara "canım toprak yemek istiyor" dedi. Hani, hamileler toprak yemek istermiş ya, bulantılarına iyi geldiği için, tıpkı onun gibi. Aynı toprak yeme isteğini, hemşire'ye de söylediği zaman, hemşire kansız olduğu için böyle bir isteği olduğunu söylemişti..
Elmas Hanım sırtüstü yatamıyordu ama, ben kollarımda takılı olan, serumlar yüzünden sürekli sırtüstü yatmak zorundaydım ve iyileştiğim zaman, bir daha sırtüstü yatmamaya yemin etmiştim. O ise, yatağın ortasına oturmuş, kan tedavisinin bitmesini bekliyordu..
                
Tedavi uzamış, kan torbaları bir türlü bitmemiş ve Elmas Hanım'ın o gece hastanede kalması kesinleşmişti..
Birden yatağın ortasında dönmeye başladı. Panik halinde "nefes alamıyorum" diye bağırıyordu. Yanındaki oksijen tüpünü yakaladı ama değişen bir şey olmadı. O, "nefes alamıyorum", diye bağırıyor, bense hemşire'ye bağırıyordum, bütün gücümle..
Hemşire geldi ve soğukkanlı bir şekilde, panik içinde yatağın ortasında dönüp duran Elmas Hanım'a, "sakin ol" dedi.. Tavrında, "beni niye rahatsız ettiniz" der gibi, bir görüntü vardı. Ama sonra baktı ki, Elmas Hanım'ın durumu iyi değil, kendisi tek başına altından kalkamayacak, hemen hastanede görevli ne kadar doktor varsa çağırdı ve o andan sonra, telaş içinde bir koşuşturma başladı.
                
Elmas Hanım gerçekten hiç iyi görünmüyordu  ve "sakin olamam, nefes alamıyorum" diye mırıldanıyordu. Ben binbir güçlükle, iki yanımda sallanan direnlerimi toplayarak, kalktım ve odadan çıktım. Oda doktorlarla dolmuştu. Herkes koşturuyordu. Gittim, koridordaki sandalyeye oturdum ve bekledim.. Odanın kapısı kapanmadan önce, Elmas Hanımı son gördüğümde, yatakta sırtüstü yatıyordu..
O, sırt üstü yatmayı çok özlemişti ve canı toprak yemek istiyordu. İki isteğine de, kavuştu. Ertesi gün öğleden sonra toprağa verdiler Elmas Hanımı..

O gece geç vakit odaya döndüm. Oda boşaltılmış, Elmas Hanım'ın naaşı, morga kaldırılmıştı. Yani yanımdaki yatak boştu. Bir an sohbet ederken, bir an sonra, Elmas Hanım, yanı başımda çekip gitmişti. O gün üçüncü kez karşılaşmıştık. Bana öyle geliyor ki, sanki  Elmas Hanım ölmek için, benim yanımı seçmişti.. 
Güle güle Elmas Hanım.... Görüşürüz...

10 Şubat 2011 Perşembe

KOPYA CİNAYETLER, UYUYAN MAKAMLAR!...

Bu ülkede hiç bir şey değişmiyor. Cinayetler bile aynı. Sanki bir önceki cinayet kopyalanmış gibi. Bugün yine bir kadın öldürülmüş, yine kocası tarafından, daha doğrusu, imam nikahıyla birlikte olduğu bir adam tarafından öldürülmüş. Kadının resmi nikahsız yaşadığı, bu adamdan 1,5 yaşında bir de çocuğu varmış. Bir süre önce 33 yaşındaki genç kadın imam nikahlı kocasını terketmiş ve tesadüf bu ya, o da tıpkı, Ankara'da, boşandığı kocası tarafından öldürülen Ayşe PAŞALI gibi, savcılığa giderek şiddet gördüğünü ve can güvenliğinden endişe ettiğini, söylemiş ve adamı şikayet etmiş. Ama ne olmuş?, Hiç bir şey olmamış... Savcılık, ya da kadını koruması gereken diğer resmi makamlar bu kadını da, korumamış. Ve bu kadın da, göz göre göre, terkettiği adam tarafından, sokak ortasında kurşun yağmuruna tutulmuş, delik deşik edilerek öldürülmüş..

Yakında, yolmaktan başımda şaç kalmayacak. Çünkü bu olaylar karşısında söz bitiyor, söylenecek her şey söylenmiş. Ama yine de değişen bir şey yok. Acaba ne zaman resmi makamların gözleri açılacak, görevlerini yaparak, bu kadınların öldürülmelerini engelleyecekler.. Ya da, bu erkekler ne zaman bu kadınların tapusunu aldıklarını, onların sahibi olduklarını, o kadınların asla onları terkedemeyeceğini ve istedikleri zaman onların canını da, alabileceklerini düşünmekten vazgeçecekler?..
Bu erkeklere, kendilerini tanrının yerine koyabileceklerini kim söyledi?.. Hangi hakla bir kadının canını alıyor bu adamlar?. Gerekçesi, kadının onu terketmesi!. Çünkü bir adamla evlendiyseniz, asla onu bırakıp gidemezsiniz!.
Hatta evlenmeniz bile gerekmez, hayatınıza girmesine izin vermeniz yeterli, onun malı olmanız için!..Ya onunsunuz, ya da, toprağın!.. Bu acaip, bu trajikomik sloganın, hayata uyarlanmasıdır, bu cinayetler!..

Yarın veya önümüzdeki günlerde, buna benzer bir cinayet daha duyabiliriz. Çünkü dedim ya, bu ülkede hiç bir şey değişmiyor diye!. Resmi makamlar aynı!..Gözleri Kör, Kulakları Sağır.. Kendilerinden yardım isteyenleri korumak gibi bir düşünceleri yok.. Vurdumduymazlık sıradan hale gelmiş!..
Ve erkekler!! Onların  değişebilecekleri konusunda hiç umudum yok.. Ne yazık ki, kendilerini, "Kadınların efendisi sanma özelliği", genlerinde var, sanırım...
O yüzden de, aynı olayı, bir kez daha duyarsak şaşırmayalım!, Şaşmamak ya da, öfkelenmemek elinizdeyse tabii.. Duygu ASENA "Kadının Adı Yok" demişti. Artık, "Kadının Canı da, Yok".... Görüşürüz.....

1 Şubat 2011 Salı

ONLAR BİRER KIR ÇİÇEĞİ "ÖZEL TİYATROLAR"

Ne kırlarda direnen çiçekler, Ne kentlerde devleşen öfkeler,
Henüz Elveda demediler.... Adnan YÜCEL...

Kır çiçeklerini bilirsiniz. Onlar özellikle ilkbaharda, hatta kışın da, el değmemiş dağlarda, ovalarda, kırlarda, ya da, bir duvar dibinde, bazan kaldırım taşlarının arasında bile karşımıza çıkar. İnsanlar kır çiçekleri büyüsün yetişsin diye hiç uğraşmaz. Üstelik o güzelim çiçeklerin üstüne basıp geçerler. Kır çiçekleri ezilseler de, çiğnenseler de, kararlılıklarından hiç bir şey kaybetmez, buldukları küçücük bir toprak üzerinde bile büyür, açar ve dünyamızı güzelleştirirler.
İncecik gövdeleri vardır. Çok narin ve kırılgan görünürler. Ama akıl almaz bir biçimde dirençli ve güçlüdürler. Kır çiçeklerini asla yokedemezsiniz. İlkbaharda havada uçuşan tohumlarla, üzerine düştükleri, her kara parçasında yaşamlarını sürdürebilir ve durmadan çoğalabilirler.
Kır çiçekleri doğanın insanlara sunduğu bir armağandır. Tıpkı Özel Tiyatrolar gibi... Onlar da kır çiçekleri gibi, ülkemin her toprak diliminde var neredeyse. Biraz ışık gördükleri heryerde açmış ve kök salmışlar. Çünkü onlar da yaşamın insanlara bir hediyesi..  Onlar sayesinde yaşamımız güzelleşiyor, zenginleşiyor. Aynı, kır çiçeklerinin hayatımıza kattığı güzellikler  gibi.
Özel Tiyatrolar çok zor şartlar altında varlıklarını sürdürürler. Çünkü, yokluklarla, bir sürü zorluk ve sıkıntıyla içiçedirler. Kır çiçeklerinde de, olduğu gibi, insanlar genellikle onlar için kılını bile kıpırdatmaz. Bu Tiyatrolarda hiç bitmeyen bir mücadele vardır. En başta parasızlık tabii ki.. Çünkü herşey paraya bağlıdır. Oyun sahneye koyacaksınız, oyunculara ve çalışanlara emeklerinin karşılığını ödeyeceksiniz, bir sürü prodüksiyon, yapım masrafı çıkacak.. Daha sonra tanıtım ve reklam yapmanız gerekli.. Bunlar yapılacak ki, seyirci gelsin, oyun oynanabilsin ve hiç olmazsa yapılan masraflar geri kazanılsın; yeni oyunlar sergileyebilmek için az da olsa bir birikim olsun.
Özel Tiyatrolarda, Ödenekli Tiyatrolarda olduğu gibi, kostümcü, dekorcu, aksesuarcı filan da, yoktur.  Terziler kostümünüzü giydirmek için arkanızdan koşturmaz. Bu işler herkes tarafından el birliğiyle yapılır. Kostümler, aksesuarlar hazırlanır, dekorlar taşınır, kurulur, bunlar yapılırken, kız oyuncular da, çay servisi yapar.


Yeni oyun çıkarma aşamasında, provaları görmelisiniz. Haftalarca bazan aylarca süren provalar sırasında hiç kimse para almadığı gibi herkes cebinden para harcar. Her şey ortaklaşa yapılır. Birlikte evden getirilen yemekler yenir, orada demlenen çaylar içilir. Gösterilen müthiş bir özveri örneğidir.
Bir sürü özel tiyatronun kendi salonu ve sahnesi de, yoktur. Provalar rica minnet temin edilen yerlerde yapılır. Daha sonra da, oyunu sahneleyecek mekanlar aranır ki, bu salonlara da, dünya kadar kira ödenir.
                 
Bu döngü böyle sürer gider. Hiç bir zaman çok para kazanılmaz. Turnelere çıkılır. Anadolu adım adım dolaşılır. İnsanların ayağına kadar bir hazine, bir emek, bir alın teri götürülür. Ömrünüz yollarda, otellerde geçer. Ailenizden, belki de, yeni doğan bebeğinizden uzakta aylarca dolaşırsınız. Bazan bir ilde işler kötü gider. Seyirci gelmez; ya da, başınız bazı makamlarla derde girer. Oyununuzu sakıncalı bulmuşlardır ve oynamanıza engel olurlar. Böyle olunca da, konakladığınız otelde rehin kalırsınız. Tâ ki, eşin dostun yardımıyla borcunuzu ödeyene kadar.
Bütün bu sıkıntılara göğüs gerilir. Neden biliyor musunuz?, Eğer tiyatro yapıyorsanız inanın, turnelerde otelde rehin kalmak bile güzeldir. Çünkü tiyatro bir gönül meselesidir.Tiyatro yapan insan, tiyatroya aşıktır. Tiyatro bir iş değildir, bir yaşam biçimidir. Bir Sevdadır.. Tiyatrocu yalnızca alkış ister. Parada pulda da, gözü yoktur. Çünkü onun, tiyatroya olan aşkının karşılığı, parayla ölçülmez.
Dışarda, uzun kış günlerinden sonra gelen, harika bir bahar havası vardır. Ağaçlar tepeden tırnağa çiçek açmıştır. Ama siz, bu güzel havanın tadını çıkaracağınıza, karanlık bir salona girer, saatlerce oyun provası yaparsınız. Belki akşama kadar, belki sabaha kadar..
Bir tiyatrocu, işte orada mutludur.. Orada, o karanlık salonda olmak ister. Tiyatro onun yaşam alanıdır, kendisini en güzel ifade ettiği yerdir, tiyatro sahnesi..
Şimdi görüyorum ki, Özel Tiyatrolar, heryerde varlar ve tiyatroya gönül verenler sayesinde, dimdik ayakta duruyorlar. Hiç bir zorluk onları yıldıramıyor. Tıpkı kır çiçekleri gibi, direniyorlar, çoğalıyorlar ve inadına yaşamlarını sürdürüyorlar. Dünya döndükçe de, sürdürecekler. Bütün zorluklara ve her türlü sıkıntıya karşın, varlıklarını korumakta kararlı olan Özel Tiyatroların bu tavrı karşısında saygıyla eğilinir. Ben de, bunu yapıyorum zaten....
-Tiyatro için uğraşmak demek, Dünya'nın ortasında duruyor olmak; demektir. demiş, Yıldız Kenter...
Ozel Tiyatrolar, onlar benim yaşam yolculuğumdaki yol arkadaşlarım.
Ve diyorum ki, İnadına Sanat, İnadına Tiyatro, Yaşasın Sanat, Yaşasın Tiyatro.....     Görüşürüz.....

28 Ocak 2011 Cuma

HAYATINIZ YAŞAMAYA DEĞER Mİ?...

SADECE KENDİNİ SEVEN BİR İNSANDAN, DAHA YALNIZ BİRİ YOKTUR.. ABRAHAM ESRA...........

Yaşamım boyunca şu sözleri kimbilir kaç defa duydum.." Önemli olan sensin, önemli olan senin mutluluğun! önce sen! yalnız sen! sen mutlu ol ki!... Hiç bir şey için üzülmeye değmez, hayat kısa, yaşamana bak.. Keyfine bak.. Filan, filan...

İnsan tabii ki, mutlu olmak için çabalayacak. Mutlu bir yaşam herkesin hakkı. Elbette hayat bir çok amacı gerçekleştirebilmek için çok kısa. Ayrıca, her insan özel ve önemli olabilir. Ama, daha sonra ortaya çıkan manzara, tam tersi oluyor. Sürekli tekrarlanan bu sözler nedeniyle, öyle bencil bireyler oluşuyor ki, insanın inanası gelmiyor..

Çünkü birde, bakıyorsunuz:
"Yalnız ben varım yeryüzünde", "Dünya benim çevremde dönüyor", "En önemli benim ve en önemli hayat da, benim hayatım", "Herkes bana değer verecek, herkes beni sevecek", "Çünkü benim dışımda herkes önemsiz ve değersiz!!" "Kimse için kılımı bile kıpırdatmam, bana ne??", "Hem ölenle ölünmez, üstelik taş yağsa uzun sürmez, ben keyfime bakarım!!", diyen insanlar çevremizi sarmış.

Sonra başlıyoruz şikayet etmeye:
"Neden benim hiç gerçek dostum yok?. Çevremdeki onca insan, neden onlara ihtiyacım olduğu zaman Can YÜCEL'in dediği gibi, tıpkı göçmen kuşlar misali, sıcak mevsimlere doğru uçup gidiyorlar?. İyi günde var da, kötü günde neden yoklar?"..
                                 
Sorular böyle uzayıp gidiyor... Bu soruların cevabı açık değil mi?..
Tabii ki, yanlış öğretilerle donanmış, yalnız kendisini düşünen bencil insanlar yüzünden soruyoruz bu soruları.. Soru sormadan önce, acaba  kendimize dönüp bir baksak mı?..
Biz başkaları için bir şey yapıyor muyuz?.. Başkalarına kulak verip, onların sesini duymak için çaba sarfediyor muyuz?..
Kendi bencilliklerimizin ne kadar üstesinden geldik?.. Yani, biz başkaları için de, yaşamayı öğrenebildik mi?..
Çünkü 20.yüzyılın dahi bilim adamı ALBERT EINSTEIN Diyor ki:
                                    
"Ancak Başkaları İçin Yaşanan Hayat Yaşamaya Değer Bir Hayattır"
                                  
Kısaca, benciller! yalnız kendisini sevenler! dünyanın kendi etrafında döndüğünü zannedenler! kendisi dışında hiç kimsenin önemli ya da, değerli olmadığını düşünenler!.. Yaşadığınız hayat beş para etmez!.
Eskilerin deyimiyle hiç bir kıymet-i harbiyesi yok!...
Dolayısıyla yaşamaya da, değmez..
                                     
Ben demiyorum, ALBERT EINSTEIN diyor..... Görüşürüz..