31 Aralık 2010 Cuma

YERİME GÖZ DİKMEYİN LÜTFEN!!..


Bizim ülkemizde makamlar, mevkiler çok önemlidir..
Bir kere bir makama gelindi mi, oradan gitmemek için elden gelen herşey yapılır. Çünkü dedim ya, o koltuklar herşeyden önemlidir..
Hatta insan hayatı bile o makamın yanında hiç!! kalır...

Yıllarca şiddet gördüğü kocasından sonunda boşandığı, üstelik resmi makamlardan "korkuyorum öldürüleceğim" diye yardım istediği halde, göz göre göre öldürülen kadınla ilgili, kendisine gelen tepkiler üzerine, "Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı" Aliye Kavaf  diyor ki:
"ETEĞİMDEN ÇEKMEYE ÇALIŞIYORLAR"!! şaşılası bir laf....
Yani öldürülen insanın kaybettiği hayat hiç önemli değil!!... Bakanın çekilen eteği! önemli..
Sayın Bakan, yaşamdaki en önemli şey sizin makamınız değil. Çünkü dünya sizin etrafınızda dönmüyor. O koltuklar siz, ömrünüzün sonuna kadar oralarda oturun diye size verilmedi. Kimsenin de, yerinize göz diktiği yok. İnsanlar olup bitenden dolayı, çok öfkeli ve üzgün.. Ve herkes sorumlu olarak sizi görüyor. Çünkü oturmakta israr ettiğiniz makam bu sorunların çözüm makamı. Öyle değil mi?..
              
Aynı Bakanlıkla ilgili geçmiş yıllarda, içimde ukde kalan bir olay yaşanmıştı. O zaman Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı şimdiki Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu'ydu.
Ankara'nın saray ilçesindeki Engelliler Rehabilitasyon Merkezinde İngiltere Kraliyet ailesinin eski ferdi Sarah Fergusson kılık değiştirerek gizli çekimler yapmış ve orada çocukların maruz kaldığı,incitici, hırpalayıcı, kötü davranışları dünyanın gözü önüne sermişti..
Ben bir zihinsel engelli çocuk annesiyim. Bunları gördüğüm zaman ne kadar incindiğimi üzüldüğümü ve ne kadar öfkelendiğimi bilemezsiniz...
Çünkü biz engelli çocuk ebeveynleri içimizde hep şu korkuyu yaşarız.. Biz yavrumuzun yanında olamadığımız zaman, onu kime bırakacağız?..
Tabii ki, devlet'e yani devlet'in kurumlarına....
Yani Saray'daki "engelliler merkezi"ne..mi?..
Bu olaydan sonra Bakan Çubukçu ne yaptı biliyor musunuz?,..Önce köpürdü, nasıl olur da, yurtta gizli çekim yapılır diye!!.. Sonra da, Sarah Fergusson'u mahkemeye verdi. Görüntülerin medyada yer almaması için de, elinden geleni yaptı..
Yani suçlu Sarah Fergusson'du..
O, yurtta engelli çocukları döven, yatağına zincirleyen, koltuğa bağlayan, aç bırakan, hatta tecavüz eden o insanlar, o sistem suçlu değil..(Ki, görüntülerin düzmece olduğu filan söylenemedi, olanlar inkar edilemedi).. Kaldı ki, ben hem engelli annesiyim, hem de bir gazeteciyim.. O yurtlarda değişik zamanlarda neler olduğunu biliyorum..

Şimdi, aynı Bakanlık, iki ayrı bakan ikisi de kadın... Sanırsınız ki, çok daha duyarlı davranacaklar... Hayır tam aksine, yalnızca kendilerini ve makamlarını önemseyip, dünyanın merkezi olduklarını sanıyorlar...
Ne denir ki?..
Bana izin verin, gidip saçımı başımı yolacağım.... Görüşürüz.....

29 Aralık 2010 Çarşamba

BENİM YILBAŞILARIM



İşte yine bir yılbaşı geliyor. Çok az kaldı ve ben telaş içindeyim. Çünkü hazırlık yapmam lazım. Çiçekler alınacak.. Tabii ki, nergis ve yılbaşı çiçeği.. Çam ağacı süslenecek, mumlar alınacak, Doğum günü pastası alınacak (ve mutlaka çikolatalı olacak) yemekler yapılacak ve daha neler neler.. Neden?, çünkü yeni yılın gelişi kutlanacak, doğum günüm kutlanacak..
Sanırsınız ki, evde yılbaşı partisi veriliyor. Hayır parti filan verilmiyor, üstelik kimseler de, yok.. Ama, ben tek başına da, olsam artık bir ritüel haline gelen bu yılbaşı hazırlıkları mutlaka yapılacak..

Nedeni çocukluğumda yaşadığım Yılbaşılarında saklı. Ailemle birlikte geçirdiğim Çocukluğumun Yılbaşılarında. O Geceler öyle güzeldi ki.. Bizim evde Yılbaşılar bir gün kutlanmazdı.Tam iki Hafta kutlanırdı..Yeniyıl gelmeden bir hafta önce eski yıla "Güle Güle" sofraları kurulur yenir, içilir eğlenilirdi.. Sonra Yılbaşı günü gelir coşku ve sevinç doruğa çıkardı.. Yeniyılın ilk gününden itibaren de, Yeniyıla "1Hoşgeldin" sofraları hazırlanır ve yine yenir, içilir eğlenilirdi..Yani, anlayacağınız iki hafta boyunca bizim evde herkes dudaklarında mutlu bir gülümsemeyle çakırkeyf dolaşırdı.. Tabi bu haftalar boyunca akrabalarımız, yakınlarımız, komşularımız bizi hiç yalnız bırakmazdı. Çok Küçüktüm. Annem bana yeni elbiseler diker, giydirir, süslerdi. O Gece Ankara'ya yılın ilk karı yağardı.. Pencereye oturup yağan karı seyrederdim ve yine Yılbaşı Gecesi Doğumgünüm  kutlanırdı.. Çünkü bana Yılbaşı Gecesi doğduğum  söylenmişti.. Bu yüzden de, ömrüm boyunca  hep Yılbaşı Geceleri Doğumgünümü kutladım. Öyle keyifli kutlanırdı ki,  yeni yaşım..

Annemin diktiği yepyeni güzel giysilerin yanısıra, çok sevdiğimi bildikleri için komşular, akrabalar herkes o gece bana çikolatalı pasta ve bir sürü hediye alırdı ve ben bir kutu pastanın tamamını tek başına yer bitirirdim.. Çok uzun Yıllar sonra gördüm ki, aslında benim doğum günüm 3 Ocakmış. Sanırım yılbaşı günüyle çok yakın olunca ailem iki günü bir arada kutlamayı seçmiş, bana da, yılbaşı günü doğduğumu söylemişti..

Yeni bir  yıla girmek için
birkaç gün kaldı. Artık Annem de, yok, Babam da... Ailem ya da, Komşularım da,  yok. Uzun zamandır ben tek başınayım. Ama geleneği sürdürüyorum. Yeni yılı en güzel şekilde karşılamak için heyecanla hazırlanıyorum ve doğum günümü de, yine hep olduğu gibi, yılbaşı gecesi kutlayacağım.. Kaçıncı yaşımı kutlayacağımı hiç sormayın, söylemem. Çünkü o kadar çok zaman geçti ki, saymayı bıraktım, hatta unuttum. Zaten hatırlamanın da, kimseye bir faydası olduğunu düşünmüyorum.. Yaş dediğiniz nedir ki, Sadece bir rakam. Unutun gitsin..
Geçen son bir kaç yıl benim için çok zor ve çok sıra dışı yıllardı. Daha sonraları bu yıllarda yaşadığım zorlukları ve sıkıntıları paylaşmak istiyorum sizlerle. Ama şimdi öncelikle, bu yıl geçmişte yaşadığım sağlık sorunlarını yaşamak istemiyorum. Kendim için dileğim bu.. Ve tabii ülkem, yakınlarım, arkadaşlarım, herkes.. Barış içinde, sağlıklı, mutlu yıllar diliyorum....
Epeydir bu sitede beraberiz.. Beni hiç yalnız bırakmadınız. Aksine beğenilerinizle, ilginizle yüreklendirdiniz, sevindirdiniz.. Sonsuz Teşekkürlerimi sunuyorum.. Bu yıl da, hep birlikte olmak, öykülerde buluşmak dileğiyle....   Görüşürüz...

26 Aralık 2010 Pazar

TAAMMÜDEN CİNAYET


Gazetelerde küçük bir haber:
"Adam karısını öldürmüş".
Her gün benzer haberleri 3.sayfa haberi diye okuyoruz. Ama bazı haber portalları olayı kurcalayınca, ortaya inanılmaz ayrıntılar çıktı.Aslında, bu 'kötü son'a adım adım gelinmiş. Hatta göz göre göre gelinmiş. Çünkü zavallı kadın, şimdi yetişkin bir genç kız olan kızının anlattığına göre, daha ona hamileyken dayak yemeye başlamış ve her nasılsa bebek zarar görmemiş.

Yani bu kadın çok uzun yıllar aşağılanmış, itilip kakılmış, horlanmış, dayak yemiş.. Yediği şiddetli dayaklardan sonra resmi kurumlardan da son bir gayret yardım istemiş ama bu çığlığı kimse duymamış ve kimse yardım etmemiş. Adam da gelmiş, o canı almak, en doğal hakkıymış gibi, kadını öldürmüş..
İnsanın aklı almıyor, benim saçımı başımı yolasım geliyor.. Önceleri sıradan bir cinayet haberiymiş gibi sunulan haberin altından çıkanlar dehşet verici. Öyle, bir anda, bir cinnet sonucu filan işlenmemiş bu cinayet.
Zaten O kadın o adamın mülkiyetinde!, Çünkü kadın onunla evlendi ve adamın malı oldu!. O adam, O kadına artık her istediğini yapabilir. Hakaret eder, aşağılar, horlar, itip kakar ve tabii ki, döver hem de, öldüresiye..

Oysa kadın,kendisine kısa bir süre de olsa iyi davranan adamla, bir aile kurmak, çocuk sahibi olmak, mutlu ve huzurlu olabilmek için evlenmiştir, başına geleceklerden habersiz...
İyi yetişmiş, olgun, bilgili, aklı başında bir erkek karısına, ya da, bir kadına böyle davranır mı?. Tabii ki, genelde verilen yanıt "Hayır", nadir örnekleri görülse bile...
Peki hangi erkekler böyle davranıyor?. Ne yazık ki, zavallı, aciz, aşağılık kompleksli, ruh sağlığı yerinde olmayan erkekler...

Bu erkekler o kadar zavallı ve aciz ki, kendisini iyi hissetmek için, fiziki gücünü kadının üstünde deniyor. Yani kadın evde beslenen hayvana bile reva görülmeyen davranışlara maruz kalıyor. Zaten bence bunları yapan da, insan sıfatından başka her türlü sıfatı hakediyor.
Artık aramızda olmayan kadın neden uzun yıllar bu yaşama  ve bu adama katlandı bilinmez ama son çığlıkları da, ne yazık ki, onun acı sonunu engelleyemedi...
Peki, yalnızca o adam mı suçlu?.
-Yardım istediği halde, "Korkuyorum beni öldürecek" dediği halde, onu korumak için, kılını bile kıpırdatmayan resmi kurumlar mı?.
-Çevresinde, belki de görüp, görmezlikten gelenler mi?
-Toplumu eğitimsiz bilgisiz bırakanlar mı?..
-Etrafımızda bol bol bulunan ve bu toplumun ürünü olan, kendisini kadının efendisi zanneden acınası erkekler mi?...kim..Kim..Kimm.. KİM??.....Görüşürüz....

19 Aralık 2010 Pazar

FIKRA GİBİ ÖYKÜ 2. "NE DEMEK YAZMİİ LAN"..


Fıkra gibi bir öykü daha.......
Bilirsiniz, hani Karadeniz fıkraları vardır... Sevgili lazlarla ilgili fıkralar üretirler. Hatta derler ki, Karadenizliler kendileriyle ilgili bu fıkraları, yine bizzat kendileri üretirlermiş!!.... Onu bilmem ama, bence fıkra üretmelerine gerek yok!!.. Çünkü gerçekten fıkra gibi düşünüyorlar. Sanki onlarla ilgili anlatılanlar fıkra değil de, gerçek.. Neden bu sonuca vardım biliyor musunuz?.. Bizzat tanık oldum, insanı kahkahalara boğan böyle bir olaya da, ondan...
İşte buyurun, okuyun.. Benim sevgili Karadenizli arkadaşlarım Temel ve Mürsel'in öyküsüdür bu...
Bir gün, Mürsel ve bazı arkadaşlarla birlikte bir kafe'de oturuyorduk.. Akşam mesai bitiminde Temel de, gelip aramıza katıldı... Bir ara Mürsel bir şey yazmak için Temel'den Tükenmez Kalem istedi.. Temel gündüz belli ki, yorulmuş, bezgin bir şekilde ve asık bir suratla, çıkardı kalemini verdi...
Mürsel yazmaya çalıştı.. Adı Tükenmez! ama Kalem bitmişti. Mürsel kendi Karadeniz şivesiyle, "Ula Temel bu kalem yazmii" dedi... Temel çok sinirlendi.. Pembe beyaz teni kızgınlığından kıpkırmızı olmuştu ve bağırarak cevap verdi:
"Ne demek yazmii lan, yıllardır yazan kalem, şimdi mi, yazmiii?"..
Gülme krizine girdim resmen.. Neredeyse masanın altına düşüyordum!!..:)
Çünkü kalem, yıllardır yazdığı için, artık yazmıyordu..
İşte bunun için diyorum, "O Fıkralar Gerçek aslında" diye.... Görüşürüz.....

FIKRA GİBİ ÖYKÜ 1. "AMAN, DOKTOR DUYMASIN"..


Yaşadığım iki anı var ki, fıkra tadında... :)
Ne zaman aklıma gelse gülerim.
İşte birisi:
Çok erken yaşta bir trafik kazasında kaybettiğim amcamın damadı, beslenmesine, sağlığına dikkat etmediği için, ne yazık ki, tüberküloz-verem olmuştu..
Hastalık o kadar ilerlemişti ki, ben kendisini hastanede ziyaret ettiğimde bir deri bir kemiğe dönmüştü.. Osman ağabey zaten ufak tefek bir adamdı, hastalığı nedeniyle de, büsbütün küçülmüştü. Sanatoryumda, ilk gördüğümde, "bu onu son görüşüm olur herhalde" diye düşünmüştüm......
Hastanede yattığı sürece de, ne zaman arasam, hep kötü haber alacağım korkusuyla yaşadım...

Tahminimin aksine Osman ağabey toparlandı, ayağa kalktı. Anlaşılan tedavi onu iyileştiriyordu.. Sanatoryuma ziyarete gittiğim bir gün, hastanenin bahçesine çıktık.. Görüşmemizi orada yapacaktık.. Derken, daha yeni ayağa kalkan Osman ağabey, pijamasının cebinden sigara paketini çıkardı ve bir sigara yaktı.. Gördüğüm manzara çok şaşırtıcıydı. Dumanına bile maruz kalması sakıncalı olan Osman ağabey, sigara içiyordu..
-Aman ağabey, Neden sigara içiyorsun? Yasak değil mi?, diye şaşkınlıkla sorduğumda, aldığım cevap inanılmazdı.
-Aman, Sus baldız, doktordan gizli içiyorum!!.... :)
Doğrusu ağzım açık kalmıştı.. O An Gülmeli mi, Ağlamalı mı, bilememiştim.. Ama şimdi hatırladıkça gülmekten kendimi alamıyorum..
Böyle bir ironi olabilir miydi?. Sanki, Osman ağabeyin yerine doktor ölecekti!,..:)

Osman ağabey onca hastalık ve uzun süren tedaviden sonra, 10 yıl daha yaşadı...
Ne yazık ki artık aramızda değil.. Huzur içinde yatsın......   Görüşürüz......

14 Aralık 2010 Salı

KENDİNİ YAZAR ZANNETMENİN SEVİNCİ.....



BİR YIL SONRA... 13.Aralık.2011...

Sevgili okuyanlarımla biraraya geleli bugün tam bir yıl oldu..
2010 yılı Aralık Ayı ve 13.günüydü... Kendime bir Blog Sayfası açtım ve önce müthiş bir heyecanla baktım.. Bu sayfa benimdi.. Yazabilecektim ve yazmanın verdiği inanılmaz mutluluğu yaşayabilecektim. Şöyle diyordum kendi kendime..

"Ben bir yazar değilim.. Ben bir "okuryazarım".. Ama, içimdeki o yazma isteğine de, karşı koyamıyordum artık.. Kelimeler, harfler kafamın içinde uçuşuyordu.. O kadar fazla çoğalmışlar ve o kadar çok birikmişlerdi ki, beni hiç rahat bırakmıyorlardı.. Kafamı, zihnimi mutlaka boşaltmam gerekiyordu.. Başımın içinde başıboş uçuşan kelimelerin kağıda dökülmelerinin zamanı gelmişti artık.. Yazmalıydım ve huzur bulmalıydım... Yazdım da..
O Gün aşağıdaki Mini Blog'u yazmışım... Bir yıl önce bugün.. CHARLES BUKOWSKİ'nin o harika sözüyle başlayıp, Diyorum ki: "Şimdilik yalnız ben bakıyorum sayfama.. Bir de, başkalarının da, baktığını, hatta okuduğunu düşünün"..
O zaman hayal etmekte bile zorlanmıştım bu düşünceyi.. Ama tam bir yıl sonra bugün, sayfam şu an itibariyle 3435 kere görülmüş.. Yani yazılarım 3435 kişi tarafından okunmuş.. Bloglarımın sayısı ise 42 oldu..
Hatta şiir bile yazmışım.. Ve beğenilmiş.. Bu nasıl bir mutluluk bilir misiniz?.. Tarifi imkansız..
Yazdıklarımı okumak için vakit ayıran, yorum yazan, beğenisini belirten, herkese binlerce kere teşekkür ediyorum..
Onlara minnettarım... Öykülerimi, şiirlerimi okudukları, yalnızlığımı unutturdukları, acılarımı, sevinçlerimi paylaştıkları ve en önemlisi de, bana kendimi yazar gibi hissettirdikleri için..
Bu yıl da, beni ilgi ve beğenilerinizden mahrum bırakmayın lütfen.. Söz veriyorum, okunası öyküler yazacağım..
Hatta düşünüyorum da, belki bu yıl "Okuryazar"lıktan "Yazar"lığa bile terfii edebilirim.. Kimbilir.. Görüşürüz..

BİR YIL ÖNCE... 13.Aralık.2010...

CHARLES BUKOWSKİ diyor ki:
"Yazarlık güzel bir kadınla seviştikten sonra üste para almaya benziyor"........
Tabii ki, bunu kendi üslubunda ifade ediyor... Ama biliyor musunuz?, Doğru söylüyor..
Yazabilmek, yazdıklarını görebilmek, müthiş bir duygu....
Sayfamdan gözlerimi ayıramıyorum.. Şimdilik yalnız ben bakıyorum.. Bir de, başkalarının da, baktığını, hatta okuduğunu düşünün... Ben düşünmekte zorlanıyorum, kimbilir ne harika bir şey olur.. Bu duyguyu yaşamak istiyorum....     Görüşürüz...............

13 Aralık 2010 Pazartesi

ANKARA'DA KIŞ....


Kış erkenden geldi anlaşılan.. Tabii ki, gelmesi de, bekleniyordu. Yalnız kar biraz erken yağdı sanki. Benim çocukluğumda yılın ilk karı yılbaşı günü yağardı. Şimdi dışarda lapa lapa kar yağıyor. O kadar güzel ki.. Bu güzellikleri görenler elbette var. Ama bir de, şunlar var.. Her kış başında, insanları sinir bozucu bir bombardımana tutanlar... "Aman kış geliyor, kuş gribi, domuz gribi, şu gribi, bu gribi.. "Aman aşı olun, aman korunun.. yoksaaa!!.." Bunlar öyle endişe, korku ve telaşla sunuluyor ki, anlatamam.. İnsanın kaçacak delik arayası geliyor..


Ben artık, her kış başı yaşadığım bu insanın ödünü koparan, "eyvah bu kışı nasıl çıkaracağım" diye düşündürten, saçmalıklardan bıktım.. Oysa kış ne kadar güzel bir mevsim.. Elbette yazın nasıl sıcaktan bunalıyorsak, kışın da üşüyeceğiz.. Ama koca bir mevsimi sürekli hastalıklarla geçireceğiz diye bir kural yok. Biraz hayatın, mevsimlerin tadını çıkarmayı öğrenebilsek.. Yaşama sevgisiyle, coşkusuyla dolu olmanın yolu, yaşamın tadını algılamaktan geçiyor çünkü... Tedbirlerimizi alalım ama mevsimin, karın tadını da, çıkaralım. Yoksa zaten hayat elimizden kayıp gidiyor... Ve o kadar kısa ki... Kış geldi.. Şimdi Ankara'da gri, soğuk günler ve uzun, dondurucu geceler yaşayacağız.. Ama bir de, şöyle düşünün.. Mevsim kış olduğuna göre, demek ki, önümüz İlkbahar... Yemyeşil, rengarenk bir ilkbaharrr.. Yaşasıınnn... Görüşürüz...

SOSYAL GÜVENLİK KURUMU SGK NEDEN ÖDEMİYOR?..


Dikkat edin!. Sakın diş etleriniz rahatsızlanmasın, Çene formunuz bozulmasın.. Yoksa yandınız!.
Çünkü, Sosyal Güvenlik Kurumu SGK, bu rahatsızlıkların tedavi giderlerini ödemiyor. Yani, yıllarca prim ödediğiniz sağlık güvenceniz hiç bir işe yaramıyor...

Anlayan var mı?, Bilmiyorum ama, ben bir şey anlamadım.. Ağzımızdaki, dişlerimizdeki bu rahatsızlıklar lüks mü?, Gereksiz mi?, Yoksa biz mi, icadediyoruz?..

Yani kısaca, aman ağız sağlığınıza sahip çıkın. Sakın trafik kazası filan geçirip yüzünüzü çarpmayın!. Çenenizin şekli bozulabilir.. Ya da, şimdiden para biriktirmeye başlayın, çünkü cüzdanınız oldukça hafifleyecek... Görüşmek üzre.....